27 Eylül 2007 Perşembe

Site Sayacı

26 Eylül 2007 Çarşamba

Esir maddesi

Esir maddesini yeniden düşünmek

1993 senesinin başında Boston'da, Amerika'nın önde gelen üniversitelerinden MİT'ten emekli Prof. Dr. Hüseyin Yılmaz'ın ziyaretine gittik. Çünkü, 1992 senesinde bizim gazetemiz Zaman'ın arka sayfasında "Einstein'in hatasını bulan Türk" diye bir haber çıkmıştı.
Kendisi, Denizlili ve arkadaşlarımızdan Halil İbrahim Yılmaz'ın da amcalarından. 1960'lı yıllarda Amerika'ya gelen Hüseyin Hoca, orada evlenip yerleşmiş. Yanılmıyorsam, Emre ve Levni isminde iki oğlu vardı. Sohbetimiz sırasında, bazılarının Einstein'ın hatasını bulma meselesinde "Öyle şey mi olurmuş?.." diyerek gülüp geçtiklerini söyledim. "Öyle mi?" dedi ve kalkıp ilmî dergilerde yayınlanan yazılarını gösterdi. Einstein'ın alan teorisinde hata yaptığını, kendisinin de bunu kabul ettiğini söyledi. Konuşmalar ilerleyince Hüseyin Hoca'nın, esir maddesi konusunda Einstein'dan farklı düşünen Prof. Dr. Paul Dirac ekolünden olduğunu anladım.
Fizik profesörü Dirac, Bilim ve Teknik dergisinin Mart 1977 tarihli 112. sayısındaki "Bir Esir Var mı?" başlıklı yazısında, bu soruyu, müsbet olarak cevaplandırıyor ve her yanı kaplayan ve gelişigüzel hareket eden bir elektron denizi olduğunu ifade ediyor. Yazının devamında ayrıca esir maddesinin kabul edilmesi ile ilmî görüşlerde yeni değişiklikler olacağı ve ucuz enerji üretiminde faydalar elde edileceği anlatılmaktadır.
Esir maddesi konusunda "Rusya'da Tanrıya Dönüş" isimli kitapta Rus fizikçi Nikola Kozirev'in "zaman" üzerinde düşüncelerini okumuştum. O, zamanı bir madde olarak ele alıyor ve ona enteresan özellikler atfediyor. Jiroskop deneyi dikkatimi çekti. Kitabın dipnotlarında da işaret edildiği üzere Kozirev'in aslında esir maddesinden bahsettiği anlaşılıyor.
Daha sonra Pittsburg Üniversitesi'nden Dr. Meno'nun esir maddesi hipotezinden haberdar olduk. Dr. Frank M. Meno, esir üzerindeki çalışmalarına 1961 yılında başlamış. İlk makalesini Amerika'da hiçbir yerde bastıramayınca ancak 1990 yılında Kanada'da "Physics Essays" isimli dergide yayınlatma imkanı bulmuş. Çünkü fizik dünyası "Einsteinizm" denilebilecek görüş dışında her şeye kapalı.
Dr. Meno'nun teorisine göre: Gyron (Jayron) denilen atom altı parçacık esir maddesinin temelini teşkil ediyor. Bu parçacık kürevî olmayıp iki ucu sivri ve ortası dar bir kalem şeklindedir. Kainatta her şey bu maddeden ve bu maddenin dinamiğinden ibarettir. Atomda yaklaşık 1020 Gyron vardır. Dolayısıyla kâinatın en küçük parçacığı Gyron'dur. Esirin uygulama alanları telepati gibi düşünce akışı, iletişim, enerji kontrolü, tıbbî tedaviler gibi alanlar olacaktır. Esir maddesinin yokluğuna bina edilen Michelson ve Morley'in meşhur deneyleri hatalıydı.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin ilmî keşifleri de vardır. Mesela 1914'te yazdığı İşâratü'l-İ'caz tefsirinde 1930'larda ancak anlaşılan Güneş'in silkinme hareketinden bahsetmiştir. Aynı şekilde, esir maddesi ile de ilgili keşif gibi sözleri vardır: "Esir, Cenab-ı Hakk'ın gayet lâtîf, nazenin, itaatkâr bir icraat sayfası, emirlerinin nakil vasıtası ve tasarruflarının zayıf bir perdesi; yazılarının lâtif bir mürekkebi, en nazenin bir icraat hullesi, sanat eserlerinin mayası ve bir mezraa-i hububâtı (en küçük maddelerin, atomların yaratıldığı, hammaddesi ve tarlası)dır." (30. Lem'a, 6. Nükte, 1. Şua) Yani atomlar esir maddesinden yaratılmaktadırlar.
Bu esir maddesinin üzerinde zaman zaman durmamın sebebi fizikçilerimizin bu hususa özel önem vermesi içindir. Çünkü bu noktadaki keşif ve buluşların, insanlık için enerji probleminin çözülmesinde ve tedavîsi müşkül bazı hastalıkların tedavisinde yepyeni ufuklar açacağına dair kanaatimdir. Belki de âhirzamandaki müjdelenen mesut dönemde, yerlerin ve göklerin insanlık için bütün hazinelerini açması bu yolla olacaktır...

08.07.2007 Abdullah Aymaz ın yazısı (Zaman)

Akıllı Tasarım [Intelligent Design] Teorisi

ABD'deki devlet okullarında Darwin'in evrim teorisine alternatif olarak okutulması tartışılan Akıllı Tasarım, son 15 yıldır giderek güçlenen ve büyüyen bir teori. Gücünü de, Darwinizm'in varsayımının aksine, yaşamın hiç de rastlantı olmadığı gösteren bilimsel kanıtlardan alıyor. Aslında bu konudaki tartışmanın başlangıcı 150 yıl öncesine uzanıyor. Darwin'in 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabından bu yana, biyolojideki temel kuram, canlıların doğal seleksiyonun ürünü olduklarını öngören evrim kuramı oldu. 20. yüzyılda Darwinizm'e genetik ışığında getirilen yeni yorum, doğal seleksiyona bir de mutasyon mekanizmasını ekledi. Ancak bu iki mekanizmanın, yani doğal seleksiyon ve mutasyonun, canlılığın tek kaynağı olduğu yönündeki geleneksel anlayış, son yıllarda önemli eleştiriler alıyor. Pek çok bilim adamı, canlılığın sadece bu gibi amaçsız ve bilinçsiz faktörlerin ürünü olamayacağını, hayatın kökeninde "tasarlayıcı bir aklın" olduğunu savunuyorlar. Bu anlayış son yıllarda yeni bir teoriyi de beraberinde getirdi: "Akıllı Tasarım" (Intelligent Design) teorisi. Time dergisinin 12 Ağustos 2005 sayısının da kapak konusunu oluşturan teori, halen ABD'de ateşli bir tartışmanın odak noktası. Bilim dünyasında Akıllı Tasarım'ı kabul edenlerin sayısı artarken, bazı eyatler de teoriyi ders kitaplarına Darwinizm'in alternatifi olarak koymayı tartışıyorlar. Bu teori, 1990'lı yıllarda bir grup Amerikalı bilim adamı tarafından ortaya atıldı. Teorinin ilk büyük çıkışı, Pennsylvania'daki Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe'nin "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı" adlı kitabı oldu. Behe, kitabında canlı hücresinin Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir "kara kutu" olduğunu, hücrenin detayları anlaşıldığında ise, burada çok kompleks bir "tasarım" bulunduğunun ortaya çıktığını anlatıyordu. Behe'ye göre, canlılardaki kompleks sistemlerin doğal seleksiyon ve mutasyonla, yani bilinçsiz mekanizmalarla ortaya çıkması imkansızdı ve bu durum hücrenin "bilinçli bir şekilde tasarlandığını" gösteriyordu. Fransız felsefe profesörü Peter van Inwogen, bu kitabın önemini şöyle vurgulamaktaydı: "Eğer Darwinistler bilimsel gerçeklerle dolu bu kitabı, önemsemeyerek, yanlış anlayarak veya ona gülüp geçerek karşılarlarsa, bu durum bugün Darwinizm'in bilimsel bir teori olmaktan çok bir ideoloji olduğu yönündeki gitgide yayılan şüpheler için önemli bir kanıt olacaktır."(1) Darwinistler Behe'ye tatminkar bir cevap veremediler. Ve Akıllı Tasarım teorisi giderek daha fazla bilim adamı tarafından savunulmaya başlandı. Bugün bu hareketin önemli isimleri arasında California Berkeley Üniversitesi'nden Philip Johnson; MIT, Chicago, Princeton Üniversiteleri'nden Willam Dembski; doktorasını Cambridge'de yapmış olan Stephen C. Meyer; Chicago Üniversitesi'nden Paul Nelson gibi isimler yer alıyor. Seattle merkezli Discovery Institute adlı bilimsel enstitünün çatısı altında bilimsel çalışmalar yürüten gruba, internet üzerinden ulaşmak mümkün. (www.discovery.org) İndirgenemez Komplekslik Akıllı tasarım teorisini savunanların en çok vurgu yaptıkları kavramlardan biri, "indirgenemez komplekslik" (irreducible complexity). Bu kavram, aslında Darwin tarafından ortaya konmuş bir "kıstas"a dayanıyor. Darwin, kendi teorisinin nasıl yanlışlanabileceğini Türlerin Kökeni'nde şöyle ifade etmişti: "Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ göremiyorum."(2) Darwin'in buradaki kastını iyi incelemek gerekiyor. Başta belirttiğimiz gibi, Darwinizm canlıların kökenini iki bilinçsiz doğa mekanizması ile açıklıyor: Doğal seleksiyon ve rastlantısal değişiklikler (yani mutasyonlar). Darwinist teoriye göre, bu iki mekanizma, canlı hücresinin kompleks yapısını, kompleks canlıların vücut sistemlerini, gözleri, kulakları, kanatları, akciğerleri, yarasaların sonarını ve daha milyonlarca karmaşık tasarımlı sistemi meydana getirmiş durumda. Ancak son derece kompleks yapılara sahip olan bu sistemler, nasıl olur da iki bilinçsiz doğal etkenin ürünü sayılabilir? İşte bu noktada Darwinizm'in başvurduğu kavram, "indirgenebilirlik" kavramı. Teori, sözkonusu sistemlerin çok daha basit hale indirgenebileceklerini ve sonra da kademe kademe gelişmiş olabilecekleri iddia ediyor. Bu kademeler sayesinde, Darwinizm'in iddiasına göre, önceden gözü olmayan bir canlı türü kusursuz bir göze sahip oluyor, önceden uçamayan bir başka tür de kanatlanıp uçar hale geliyor. Ancak Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu klasik hikayede çok önemli bir yanılgı olduğunu savunuyorlar. Dikkat edilirse, Darwinist teori, bir noktadan bir başka noktaya (örneğin kanatsız canlıdan kanatlı canlıya) doğru giden aşamaların hepsinin tek tek "avantajlı" olmasını öngörüyor. A'dan Z'ye doğru gidecek bir evrim sürecinde, B, C, D... U, Ü, V ve Y gibi tüm "ara" kademelerin canlıya mutlaka avantaj sağlaması gerekiyor. Doğal seleksiyon ve mutasyonun bilinçli bir şekilde önceden hedef belirlemeleri mümkün olmadığına göre, tüm teori canlı sistemlerinin avantajlı küçük kademelere "indirgenebileceği" varsayımına dayanıyor. İşte Darwin bu nedenle "eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır" demişti. Akıllı Tasarım teorisyenleri, işte bu noktayı vurguluyorlar ve 20. yüzyıl biliminin, Darwin zamanında yeterince bilinmeyen pek çok "indirgenemez kompleks" yapı ortaya çıkardığını belirtiyorlar.3 Michael Behe'nin kitabında indirgenemez kompleks sistemlere verdiği ilginç örneklerden biri, bakteri kamçısı. Bakterinin Kamçısı "Kamçı" olarak Türkçe'ye çevrilen "flagella" isimli organ, bazı bakteriler tarafından sıvı bir ortamda hareket edebilmek için kullanılır. Organ, bakterinin hücre zarına tutturulmuştur ve canlı ritmik bir biçimde dalgalandırdığı bu kamçıyı bir palet gibi kullanarak dilediği yön ve hızda yüzebilir. Bakterilerin kamçısı, uzun zamandır biliniyordu. Ancak son 10 yıl içindeki gözlemler, bu kamçının detaylı yapısını ortaya çıkarınca bilim dünyası şaşkına döndü. Çünkü kamçının, önceden sanıldığı gibi basit bir titreşim mekanizmasıyla değil, çok karmaşık bir "organik motor" ile çalıştığı ortaya çıktı. Bakterinin hareketli motoru, elektrik motorlarıyla aynı mekanik özelliğe sahiptir. İki ana bölüm söz konusudur: Bir hareketli kısım (rotor) ve bir durağan kısım (stator). Bu organik motor, mekanik hareketler oluşturan diğer sistemlerden farklıdır. Hücre, içinde ATP molekülleri halinde saklı tutulan hazır enerjiyi kullanmaz. Bunun yerine kendine özel bir enerji kaynağı vardır: Bakteri, zarından gelen bir asit akışından aldığı enerjiyi kullanır. Motorun kendi iç yapısı ise olağanüstü derecede komplekstir. Kamçıyı oluşturan yaklaşık 240 ayrı protein vardır. Bunlar kusursuz bir mekanik tasarımla yerlerine yerleştirilmiştir. Bilim adamları kamçıyı oluşturan bu proteinlerin, motoru kapatıp açacak sinyalleri gönderdiklerini, atom boyutunda harekete imkan sağlayan mafsallar oluşturduklarını ya da kırbacı hücre zarına bağlayan proteinleri hareketlendirdiklerini belirlemişlerdir. Motorun işleyişini basitleştirerek anlatmak amacıyla yapılan modellemeler bile, sistemin karmaşıklığının anlaşılması için yeterlidir. Bakteri kamçısını kitabında detaylı olarak anlatan Michael J. Behe, sadece bu kompleks yapısının dahi, evrimi "yıkmak" için yeterli olduğunu savunmaktadır.(4) Çünkü kamçı hiç bir şekilde basite indirgenemeyecek bir yapıdadır. Kamçıyı oluşturan moleküler parçaların tek bir tanesi bile olmasa, kamçı çalışmaz ve dolayısıyla bakteriye hiç bir faydası olmaz. Bakteri kamçısının ilk var olduğu andan itibaren eksiksiz olması gerekmektedir. Bu gerçek karşısında evrim teorisinin "kademe kademe gelişim" modeli anlamsızlaşmaktadır. Tasarım Nasıl Belirlenebilir? Bakteri kamçısı kuşkusuz Akıll Tasarım savunucularının tek örneği değil. Behe kitabında daha pek çok "indirgenemez kompleks" yapının örneğini veriyor. Sadece Behe'nin kitabında değil, Akıllı Tasarım'ı savunan pek çok biyolog tarafından yayınlanan kitaplarda ve bilimsel makalelerde, evrimin "kör" mekanizmalarının açıklayamadığı kompleks tasarımlara dair sayısız örnek var: İnsan gözünün anatomisi, retina hücrelerindeki karmaşık biyokimyasal düzenek, DNA replikasyonunda görev yapan enzimler (5), insanın diz ekleminin tasarımı(6) veya "tek yönlü ve daimi nefes akışı" sağlayan özgün kuş akciğeri (7) gibi. Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu yapıların hiç birinin "doğal mekanizmalarla" oluşmuş olamayacağını, mutlaka bilinçli bir düzenlemenin ürünü olduğunu savunuyorlar. Peki bir yapının tasarım ürünü olduğu nasıl anlaşılıyor? William Dembski The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities (Dizayn Çıkarımı: Küçük Olasılıklar Yoluyla Şans Faktörünü Elimine Etmek) adlı kitabında bu soruyu cevaplıyor.(8) Dembski'ye göre, doğada var olup da doğal faktörlerle ortaya çıkma olasılığı aşırı derecede küçük olan yapılar, bilinçli bir tasarımın bilimsel kanıtını oluşturuyor. Örneğin fonksiyonel bir protein molekülünün, doğadaki 20 farklı aminoasitin rastlantısal biraraya gelmesiyle oluşma ihtimali, matematikte "imkansız"ın başladığı nokta sayılan 10 üzeri 50'de 1'den bile çok çok daha (trilyarlar kere trilyarlarca kat) küçük. Bu durum, proteinin rastlantısal bir sürecin ürünü olmadığını, "tasarlanmış" bir yapı olduğunu gösteriyor. Daha kolay anlaşılır bir örnek ise şöyle: Balta girmemiş bir ormanda bir heykele rastlarsanız, bundan çıkardığınız sonuç ne olur? Doğal faktörlerin bu heykeli oluşturmuş olmaları ihtimali çok çok küçük olduğu (yani böyle bir alternatif "imkansız" olduğu) için, heykelin tasarlanmış olduğu sonucuna varırsınız. Akıllı Tasarım teorisyenleri, canlıların kompleks mekanizmalarının, bir ormanda bulunan heykelden çok daha açık birer "tasarım kanıtı" olduğunu savunuyorlar. Bilim İçin Bir Dönüm Noktası Kuşkusuz Akıllı Tasarım konusundaki bu çalışmalar, önemli bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tasarımcı kim? Canlıları dizayn eden bilinç, kimin bilinci? Akıllı Tasarım teorisyenleri, bu sorunun cevabının, bilimin alanı dışında kaldığını belirtiyorlar. Onlara göre bilimin yaşamın kökeni hakkında varabileceği sonuç, canlılığın tasarlanmış olduğunu tespit etmekten ibaret. Yani, bu tasarımın sahibi kim, amacı nedir gibi soruların, kendi alanlarından çıkıp dinin veya felsefenin ilgi alanına girdiğini düşünüyorlar. Profesör Philip Johnson'a göre, "herkes bu sorulara kendi inançlarına ve düşüncelerine göre cevap arayabilir, ama önemli olan bilimin, hayatı amaçsız bir rastlantılar zinciri olarak gören Darwinist teoriyi reddediyor olması."(9) Akılı Tasarım teorisi, hem bilim dünyasını hem de toplumu derinden etkileyeceğe benziyor. William Dembski, teoriyi yeni bir bilimsel devrim olarak niteliyor. Nitekim son 10 yılda ABD'de büyük bir Akıllı Tasarım fırtınası esiyor. Teorinin Behe, Johnson, Dembski gibi öncüleri, ABD'nin saygın üniversitelerinde bilimsel konferanslarda söz alıyor, Darwinist bilim adamlarıyla tartışmalara katılıyor ve teorinin her geçen gün daha fazla yayılması için çalışıyorlar. Darwinistler ise, her ne kadar teoriyi çeşitli suçlama ve saldırılarla diskalifiye etmeye çalışsalar da, bunun 150 yıldır karşılaştıkları en ciddi bilimsel meydan okuma olduğunda birleşiyorlar. Akılı Tasarım teorisinin en önemli mesajı, tüm doğayı "planlanmamış, amaçlanmamış bir rastlantılar yığını" olarak gören ortodoks biyoloji anlayışının geçersiz olduğunu savunması. Michael Behe, bu yeni anlayışın bilim dünyası tarafından kabullenilmesinin kolay olmadığını, ancak zaten hiç bir bilimsel devrimin kolay gerçekleşmediğini belirtiyor: "Hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı, hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda. Ama diğer yüzyıllar da benzer şokları yaşamışlardı ve şoklardan kaçmak için bir neden de yok."(10) Bilim dünyası bu "şok"u kabullenecek mi, bunu zaman gösterecek. NOTLAR 1) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996 2) Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189 3) Ayrıca bkz. Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, ss. 199-220 4) Michael Behe, Darwin's Black Box, The Free Press, New York, 1996, s. 69-73 5) Stephen C. Meyer, "Word Games: DNA, Design and Intelligence", Signs of Intelligence, (ed. William Dembski James Kushiner), 2001, Brazos Press, ss. 102-117 6) Stuart Burgess "Critical Characteristics and the Irreducible Knee Joint", 1999, http://www.trueorigin.org/knee.htm 7) Michael J. Denton,. Nature's Destiny. Free Press. New York. 1998, s. 361 8) William Dembski, The Design Inference: Eliminating Chance through Small Probabilities, Cambridge University Press, 1998 9) Phillip Johnson, The Wedge of Truth, Splitting the Foundations of Naturalism, InterVarsity Press, 2000, s. 23 10) Michael Behe, Darwin's Black Box, New York, The Free Press, 1996, s. 252-53

24 Eylül 2007 Pazartesi

Önyargısız olmak...

Falanca Camii imamı Abdullah hoca, resmi işlerini yaptırmak için nüfus müdürlüğüne gider. Kendisinden TC kimlik numarası istenince, en yakın internet-cafenin yolunu tutmak zorunda kalır. Cafenin kapısından girerken levhada yazılı isim 'fesüphânallah'lar, estağfirullah'lar çektirir hoca efendiye, hem de ardı arkasınca: CEN.NET CAFE... Cafe işleten delikanlıya hacetini söyler: - Evlâdım T.C. kimlik numarası istediler benden, yardımcı olabilir misin? - Tabi amcacım, siz şuraya oturun, şu işimi hemen bitirip sizinle ilgilenirim. Abdullah hoca başlar beklemeye. Böylelikle bulunduğu mekânı inceleme fırsatı da geçer eline. Demek ki gençlerin girip bir türlü çıkmak bilmedikleri, internet-cafe denilen yer burasıdır. Gözüne takılan her detaydan rahatsız olarak, huzursuz bakışlarla etrafını süzer durur. Evin bodrumunda kurduğu fare tuzakları gelir aklına. Küçücük bir peynire tutsak olan fareler nasıl kapandan çıkamıyorlarsa, ayrı telden oyunlara yakalanan gençlerin de buradan çıkamadıklarım düşünür. Bir 'fesuphanallah' daha çeker ve: - Âhir zaman fitneleri işte canım, der kendi kendine... Hoca efendinin huzursuz olduğunu fark eden delikanlı hemen bir çay söyleyince, kendisine ikram edilmesinden memnun olur Abdullah amca. En azından bu da bir hürmet ifadesidir. 'Aferin' derken içinden, hayıflanır istemeden: - Yazık oluyor bu gençlere, hayatlarını heder ediyorlar. Boşa hayıflanmanın, vah vah demenin, ne kendisine ne de acıdığı gençlere bir faydası olmayacağını bildiği için, delikanlıyla hasbihal etmeye karar verir: - Delikanlı sana bir şey soracağım ama bilmem ne düşünürsün? - Buyurun amcacığım, ne soracaktınız? - Sen Allah'ı bilir misin? Birbirine girmiş, hiçbir şekle benzetemediği jöleli saçları, her baktığında bir 'fesuphanallah' daha çektiği sakal şekliyle bu delikanlıdan aldığı cevap, hoca efendiyi pek şaşırtır. Cafeyi işleten delikanlı gülümseyen gözlerle bakarak: - Kul, kendisini yoktan var edip hayat bahşeden, düşünecek akıl, görecek göz veren Rabbini nasıl bilmez amca? Hayretle sormaktan alamaz kendisini: - Biliyor musun? Peki neyle biliyorsun Allah'ı, bana bir anlatır mısın? Delikanlı eliyle cafedeki bilgisayarları göstererek cevap verir: - Bu bilgisayar ile biliyorum amcacığım. - Bunlarla mı? Delikanlı pek anlayamadım. - Bu bilgisayarların varlığı benim nazarımda Allah'ın varlığının en açık delillerinden biridir. Bilgisayar kullananlar gayet iyi bilirler amca, böyle bir makine, ancak bir mühendis ve üstün bir teknoloji ile var olabilir. Ateistin en önde gidenine sorsan, bu zımbırtının tesadüf eseri oluşmayacağını, mutlaka birisi tarafından yapılmış olduğunu söyler sana. Meselâ Darwin denilen mendebur kalkıp dirilse, şu laptopu göstersen, desen ki: 'Bu âlet, şu hesap makinesinin tesadüfler zinciriyle evrimleşmiş hâlidir.' Darwin bile 'çüşş lan deve' der. Abdullah Hoca delikanlının anlattıklarından hoşlanmıştır. Keyiflenir: - Bilgisayarın kendiliğinden yapıldığını kabul etmeyen adam, onu yapan insanın yaratılmış olduğuna gelince kıvırıveriyor değil mi evlâdım? - Bak amca, burada 20 tane bilgisayar var, bunlar bir sistemle birbirine bağlanmış, hepsi bir program tarafından idare ediliyor. Bu sistemi ben kurdum, burayı ben çekip çeviriyorum. Buradaki düzen benden sorulur; yani bir mânâda farzı muhal buranın tanrısı benim. Bazen oyun oynayıp, interneti kullanıp para ödemeden sıvışmaya kalkanlar oluyor. Hemen yakalıyorum kerataları. 'Gel bakalım! Nereye gidiyorsunuz böyle! Buranın nimetlerinden faydalanıp başıboş bırakılıvereceğinizi mi zannettiniz?' 'Paramız yok abi!' derlerse; 'Yok öyle yağma!' deyip cezalandırıyorum. İnternet-cafeyi temizletiyorum: paspas yapıyorlar, camları silip tuvaleti temizlettiriyorum. Bir saat oyunun, internetin bedeli olur, bunun hesabı sorulur da, sayısız nimetlerle dolu koca bir ömrün hesabını sormazlar mı insana? Bir cafenin bile işlerini düzenleyen, tertip eden biri varken, koca kâinatın, kusursuz işleyen bu sisteminin bir kurucusu olmaz mı? Olmaz diyenin ahmaklığını bütün noterler tasdik etmez mi? - Vallahi evlâdım pek takdir ettim seni. Peki Allah'ı nasıl bilirsin, neye benzetirsin? -Ben Allah'ı hiçbir şeye benzetmeden bilirim amca. - Bunun böyle olacağını nasıl bildin evlâdım? Delikanlı eliyle bilgisayarları işaret etti: - Yine bunlar sağ olsun. Bu bilgisayarları yapan mühendisler başka, bilgisayarlar başkadır. Birbirlerine benzemezler. Programı yazan insan başkadır, ortaya konulan program ise bambaşka. Bilgisayarda yüklenmiş bilgiler vardır, fakat benim bilmem yine başkadır. Kamerası vardır, ses düzeni vardır, ama benim gözlerim ve duyup konuşmam farklıdır. Abdullah amca çocuğun feraset ve anlayışını çok beğenmişti. Sorduğu sorulara aldığı cevaplar, gayet mantıklıydı ve berrak bir imana işaret ediyordu. Aslında buradaki işi bitmiş, kimlik numarasını çoktan almıştı; ama delikanlı ile muhabbete devam etmek istedi. - Peki varlığına inandığın Rabbin için ne yapman gerektiğine dair ne biliyorsun? - Ne yapmam gerektiğini biliyorum amca, fakat ne kadarını yapabildiğim hususunda kendimi yeterli görmüyorum. - Ne bildiğini söylersen, neler yapabileceğine dair yardıma olabilirim belki evlâdım. - Neler yapmam gerektiğine dair şuradan biliyorum amca: Öncelikle, Rabbim bana bir gönül vermiş. Kendisini bilmeyi nasip edip muhabbetini gönlüme yerleştirmiş. Ben de gönlümde sadece O'na ve sevdiklerine yer vermeliyim, onun istemeyeceği şeyleri gönlümden uzak tutmalıyım. İkinci olarak bana verdiği dili razı olmayacağı sözlerden korumalıyım. Her zaman onu söylemeli, onu anlatmalıyım. Son olarak bana verdiği bu bedeni onun rızası istikametinde kullanmalı, bir gün toprak olacak vücudumu onun yolunda eskitmeliyim. Benim bildiğim bundan ibaret... - Ee evlâdım daha ne yapacaksın, başka bir şey kalmadı ki! - Efendim yapmalıyım, etmeliyim diyorum ama, bal demekle ağız tatlanmıyor ki! Gidilecek yolu bilmek ayrı, usulüyle yolda yürüyebilmek apayrı bir şey... Yine bilgisayar tabirleriyle söylemek gerekirse, Şeytan denilen melun HACKER, benim sistemimde ki NEFİS virüsünü aktif hale getiriyor. Üstesinden gelebilene aşk olsun. Etkili bir antivirüs programı bulmam lazım belki de.. - Ben biliyorum, dedi Abdullah Hoca ve ekledi: NAMAZ anti-virüs programlarından birisi, hayat sistemine kuruyorsun, günde beş kere bağlanıp sürekli güncelliyorsun ve her gece yatmadan evvel günlük virüs taraması yapıyorsun evlâdım. Yine TASAVVUF da anti-virüs programlarından bir diğeri. Gönül Hard-diskine kuruyorsun ve seherlerde kalkıp güncelleyerek, virüs taraması yapıyorsun evlâdım. Delikanlı aldığı cevaptan hem şaşırmış hem hoşlanmışû. Hoca efendiye tebessüm ederek: - Amca bu programları nereden indirebiliriz acaba? Bildiğin bir site var mı? dedi. Hoca efendi aynı tebessümle cevap verdi: - Bunun korsan sürümlerine çok dikkat etmek lâzım evlat. Ehline müracaat ederek lisanslı bir program yüklemelisin bence. - Sizde var mı öyle bir program? - Var da, ben yüklemeyi bilmiyorum, ama istersen tanıdık bir programlama uzmanı tavsiye edebilirim. - Çok sevinirim, diyen delikanlı, Abdullah Hoca ile tekrar buluşacaklan bir gün kararlaştırarak, hoca efendiyi dükkanından uğurladı. Ve ümit dolu tebessümlerle arkasından bir müddet seyretti.

İçimizdeki önlenemeyen militar duygular....

Cem yılmaz, şov yapmış, kırmış geçirmiş espirileriyle... Millet yerlere yatmış.... Fakat bir şey daha olmuş... Nemi? Sayın G.Kurmay Başkanımız Y.Büyükanıt Paşa da gülmüş, Cem Yılmaz ın espirilerine... Ne büyük bir olay... İnanamıyacaksınız ama doğru... G.Kurmay Başkanımız Y.Büyükanıt Paşa da gülmüş, hemde kahkalarla... Nasıl yani yaaa.. Essahtanmı diyon... Evet evet... O da gülmüş... Hemde kırılmış gülmekten... . . . İşte size TOP TEN bir haber... Falsh bir gelişme olarak haber ajansları verdi bunu... . . . Ben şahsen sayın Büyükanıt ın yerinde olsam, kızardım bu habere... Yahu asker sek, insan değilmiyiz diye... Bu ne çapraz mantık ve anlayış... Noolmuş yani gülmüşse.. . . . Yok yoook... Durum hiçte öyle basit değil. Biz asker deyince, kodummu oturtan anlarız... Mahkeme duvarı gibi hiç gülmeyen surat anlarız... İnsanın temel özelliğinden olan, "gülmek", "ağlamak", "duygulanmak", "korkmak", "üşümek", "terlemek" , "acıkmak" gibi özellikleri, askerlere yakıştıramayız. Çünkü bizim kültürümüzde ; Asker üşümez... Asker korkmaz... Asker gülmez.... Asker ağlamaz... . . . Millet olarak militar bir eğilimimiz olduğunun kanıtı... İşte bunun için değilmidirki, her 10 yılda bir asker dipçiğini ensemizde bekleriz... Gecikince, "nerdesin ey asker", "Asker göreve" deriz.... Yani inanmak zor ama, sayın G.Kurmay başkanımız Cem Yılmazın espirilerine gülmüş... Yaşasıııın... Artık asker ihtilal yapmaz... Muhtıra vermez... Asker artık sivilleşti ve "güldü" ..... .

Kelimelere farklı manalar vermekle aynı dili konuşmuş olurmuyuz?

Aynı dili konuşmak demek, kelimelerin aynı olduğu dili konuşmak demek değildir. Ne demek mi istiyorum? Şunu : Aynı kelimeye iki farklı kişi farklı anlam verdiğinde, aynı dili konuşmuş olmaz. Önemli olan kelimelere aynı anlamı yükleyip, öyle algılamaktır. Örneğin; "Seni seviyorum" kelimesini, birine söylediğimizde, şayet o kişi o kelimelerden farklı mana çıkarıyorsa, aynı dili konuşmuyoruz demektir. "seni" kelimesini, o kişi "senden" şeklinde algılıyor ve o manada değerlendiriyorsa, ve "seviyorum" kelimesini ise "nefret ediyorum" anlamında algılıyorsa, o kişiye siz "seni seviyorum" dediğinizde, o kişi size kızacak ve belkide saldıracaktır. Niye?, Çünkü onun için "seni seviyorum" demek, "senden nefret ediyorum" demek anlamına geliyor. Bu misal elbetteki çok basit kaçtı, fakat meselemin anlaşılması için böyle bir misale gerek duydum. Yukarıdaki örnekte, iki kişi arasındaki gayet olumlu geçmesi gereken bir diyaloğun, kelimelere farklı anlamlar yüklemeleri nedeniyle nasıl olumsuz geliştiğini anlatmaya çalıştım. Peki bunu niye anlatıyorum? Bugün tartışılan birçok konunun altında bu hatanın yattığını görüyorum. Aynı dili konuştuğumuzu zannettiğimiz insanların kelimelere yükledikleri farklı anlamlar nedeniyle, büyük fikir ayrılıkları, hatta düşmanlıklar yaşıyoruz. "Laiklik", "Şeriat", "Milliyetçilik" vs. gibi kullandığımız kelimeler üzerinden yapılan çok tartışmalarda bu durumun olduğunu söyleyebilirim. Hatta sayın başbakanın vurguladığı, "Türkiyelilik" çatısı altındaki etnisitelerin alt kimlik olduğuyla ilgili sözü bile çok tepkilere neden olmuştu. Halbuki anlatılmak istenen ile anlanılanın aynı olmaması nedeniyle çok çıngarlar çıktı. Türkiye Cumhuriyeti devleti , sadece "türk" ırkının yaşadığı bir devlet olmaması nedeniyle, "Türkiyelilik" bir çatıdır. O çatı altında değişik etnisiteye mensup "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları" vardır. Kimisi, türk ırkından (çoğunluk) kimisi kürt, kimisi laz, kimisi çerkez...... Şayet her etnik kesim, kendini "devlet çatısında" temsil edildiğini görürse, hiç sorun olmadan aynı millet ve toplum gibi yaşarlar. Fakat, "devlet" çatısının kendi etnisitesini kucaklayamadığını ve dışarı ittiğini hisseden alt kimlikler, ya devlete isyan anlamında tepkilerini göstererek, "haklarını" almak için çaba gösterir, veya, kendine başka bir devlet "çatısı" arar. Bu noktada, yaşadığımız bu asırda ve insanlığın medeniyetin doruğuna çıktığı bu çağda, etnisiteye dayalı devlet özlemleri, çok bayağıdır, çok ilkeldir..... Toplumları birbirine bağlayan o kadar ortak değerler varken, sadece "ırk" ortak paydasını referans almak tabir yerinde ise, tam bir cehalettir. Hangi etnisiteye ait olunursa olunsun, bunu ön plana çıkarmak, kafatasçılık yapmak, ilkelliğin varacağı son duraktır. Çünkü insanlık var oldu olası, o kadar göçler ve karışıklıklar yaşamıştırki, "arı ırk" kalmamıştır. Kim, 3000- 5000 sene öncesinin, soy ağacında nereye dayandığını isbat edebilir.? Şimdi "hızlı türkçülük" yapanlar, belkide 30- 40 göbek öncesinden bir ermeni kadınının torunu olabilir. Velevki arı ırk dahi olsa, ırk kavramıyla övünme, tam bir cahilliktir. Hangimiz doğarken "ırkımızı" seçtik. Şu an yunan vatandaşı olabilirdiniz, ermeni vatandaşı olabilirdiniz, hatta insan bile olmayabilirdiniz. Allahın size ihsanı olan "insan olma" şerefi, size yetmiyormuki, daha alt kimlik şerefleri arıyoruz. İçinde az bile olsa ırkçılık damarı olan arkadaşlardan ricam, bunu aklı başında tartıp, öyle yollarını ve fikirlerini belirlemeleri.....

Doğruyu yakalayabilmek, Gelişime açık olmak;

Arkadaşlar, insanın bilgi dağarcığı, doğumundan itibaren çevresindeki nesnelerle (objelerle) kurduğu diyaloglarla dolmaya başlar. Çevresindeki insanlar, mahallesindeki arkadaşlar, okulundaki ortamlarla sürekli bu dağarcık dolar, dolar… Doğru eğitimi alamamış insanlarda bu süreçte aksamalar olur. Eşya (var olan her şey) ile doğru diyalog kuramamış insanlar, mutlaka sosyal problemlerle karşılaşırlar. Bir çocuk, sıcak sobaya elini bilmeyerek deydirdiğinde, eli yanar, sobanın yakıcılığını öğrenir.. Yüksek merdivenden aşağı düşer, yerçekimini öğrenir. Vs. Hayatın kevni (yaratılış) kanunlarını böyle tecrübelerle öğrendiği gibi eşyalar arasındaki münasebetten ibaret olan ilimleri de okuldan öğrenir. Sosyal hayata ilişkin doğru bilgileri ise her zaman doğru olarak elde edemeyebilir. Böyle insanlar toplumsal hayatta başarısız ve problemli olarak tanınırlar. Esas olan, insanın doğru bilgiye erişmede akıl midesinin kapısını açık tutmaktır. Yani kendi dışından gelecek yeni ve doğru bilgileri almaya hazır olarak beklemesidir. Bunun tersi, kendi doğrularına (gerçekte doğru olmayan) hapsolmaktır. Yeni fikirleri anlayıp dinlemeden, akıl terazisi ile tartmadan, reddetme meyli, o kişinin gelişimini önleyen yegane engeldir. Karşının fikrini peşinen “yanlış” kabul ederek, karşıyı dinlemek, o fikir doğru da olsa öğrenilmemesini netice verir. Bir büyük feylosof şöyle der : “Fikri münazarada (tartışmada) yenik düşen kazanır.” Çünkü yenik düşen kişi, bilgi dağarcığına doğru bir şey eklemiş olur. Halbuki tartışmada haklı çıkan kişinin nefsi tatminden başka, kazandığı bir şey yoktur. Doğru bilgiye ulaşmanın tüm faydası, bilgiye ulaşana aittir. O halde gelin hep birlikte, bilgi dağarcığımızın kapısını, başka doğruların olabileceğini varsayarak açık tutalım ki o kapıdan doğru bilgiler girebilsin. Kendi doğrularımız içine kendimizi hapsetmiyelim. Cahil kime denir? Mutlak “cahil” yoktur. Herkes “bilmediğinin” cahilidir. Dolayısı ile herkeste bir miktar cahillik vardır. Nice “cahil” sıfatını yaftaladığımız insanların bile, bizlerin bilmediği bazı doğruları ,onların bilebildiği gerçeğini unutmamalıyız. En büyük cahil, “bilmediğini bilmeyen “ kişidir. Bazı insan vardır ki, bilir, bildiğini de bilir. (bildiğinin farkındadır yani) Bu insan alimdir. Bazı insan vardır ki, bilir, bildiğini bilmez. Bilgi korkağıdır. Bazı insan vardır ki, Bilmez, fakat bilmediğini bilir. (Bilmediğinin farkındadır) Bu insan öğrenmeye açıktır, her an cahili olduğu konuyu öğrenebilir. Bazı insan da vardır ki, Bilmez, bilmediğini de bilmez. (Kendini bilir zanneder.) O insandan korkulur, Çünkü asla doğruyu öğrenemez. Çünkü öğrenmenin şartı, bilmediğinin farkında olmaktır. Arkadaşlarımdan temennim; Bilmediğini bilmezlerden olmamaları… Doğrulara, akıl midelerini açık tutmaları….

Elin gavuru aya gitmiş, bz niye yaya kalmışız?

Önemli bir sorunu dile getirmek istiyorum: Hak bir dinin mensupları olduğumuzu iddia eden bizler (yani İslam alemi) Avrupa ve diğer ülkelere nazaran hem teknolojide, hemde yaşam kalitesinde oldukça geri kalmış durumdayız. Dünyanın yer altı kaynakları bakımından en zengin bölgesinde olmamıza rağmen bu islam aleminin geri kalmışlığı, dinimizin bir zaafımı, yoksa müslamların zaafımı? Bu olayı tahlil etmek istiyorum. Öncelikle şunu iyi bilmeliyiz ki : Allahın iki tür kanunları var : 1- Tabiat kanunları (Kevni kanunlar) 2- Şeriat kanunları (Ahirete taalluk eden kanunlar) Önce ikincisinden başlayayım: Şeriat kanunu dediğimiz kanunlara muhalefet, (namaz, oruç, kul hakkı, hac, zekat gibi) insanları ahirette cezalandırmayı gerektirir. Yani örneğin, namazını kılmayan, cezasını ahirette çeker. Bu dünyada değil... Tabiat kanunlarına muhalefet ettiğimizde ise, Allah bu dünyada bizi cezalandırır. Örneğin yer çekiminin varlığı bilindiği halde yüksekten kendini aşağı atarsan, ya ayağını kırarsın, ya başını, veya ölürsün. Yani, bu dünyada cezanı çekersin... İşte kim tabiat kanunlarına (Adetullah kanunları da denir, kevni kanunlar da denir) uygun hareket ederse, bu dünyada peşin mükafatını görür. Örneğin, tarlasını iyi çapalayıp, tohumunu iyi ekersen, tarlanı sular ve bakımını iyi yaparsan, ekseriyetle bol ürün alırsın. yani mükafaatını bu dünyada görürsün. Veya ilmi teknolojik bir buluşu araştırmak için çaba sarfedersen, o teknolojik buluşu Allah sana nasip eder. İster kafir ol, ister müslüman, farketmez. Allah bu dünyada tabiat kanunlarına uygun hareket edeni mükafatlandırır. Aslında her şey bir "dua" dan ibaret. İnsanın dünyevi işlerde ve teknolojik işlerde çabalaması aslında bir duadır ve "Ey Allahım bana filanca konuda yardım et, filanca işte bana başarılar ver" anlamına gelir. Bu "fiili" duayı kim yaparsa, Allah ona karşılığını verir. Tarlayı sürüp ekmek, aslında Allahın rahmet kapısını çalmak ve ondan rızkını istemektir. Yoksa, o kuru toprak bizim ihtiyacımızı bilmez, imdadımıza yetişmez. Tüm sebepleri yaratan Allahtır. İnsan ise sadece o işi yapmaya niyet ederek, o konuda çaba sarfederek, Allahtan fiili olarak dua ile istemiş olur. Dua demek, sadece dil ile yapılan ve "Ey Allahım bana filanca şeyi ver" şeklinde olan dua değildir. Duanın da çeşitleri var : Ağız ile yapılan dua : Allahtan direk ağız ile istenilen duadır. Fiili dua : Allahtan ağız ile değil, onun koyduğu tabiat kanunlarına uygun hareket ederek yapılan fiili duadır. İşte müslümanlar fiili duayı ihmal ettiği içindir ki teknolojik gelişmelerde geri kalmıştır. Bu dinimizin eksiği değil, müslümanların tembelliğidir. Kusur tamamen bizlere aittir. Halbuki dinimiz bize "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, Yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın" diyor. Ayrıca "İlim çinde de olsa ara bul" diyor. "Çalışmak ibadettir" diyor. "Veren el alan elden üstündür" diyor. vs... Keşke bizlerde bu tembellik hastalığımızdan vazgeçip, gerçek birer müslüman olsak. O zaman, Allah bizleri hem dünyada, hemde ahirette mutlu olanlardan eyler...

Büyük adam kimdir?

Büyük Adam Kimdir? Ahirete bir büyük adam göçtü. Kimdir bu zat? Onun kim olduğunu söylemeden önce, bir başka sorunun cevabını vermek gerekiyor. ''Büyük adam kimdir? Kime büyük adam derler?'' ''Büyük adam, orduları yenmiş, ülkeleri fethetmiş adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Büyük adam, çok alkışlanan adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Büyük adam, çok yüksek makam ve rütbelere çıkmış adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Büyük adam, çok şeyler yıkan veya yapabilen adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Büyük adam, tarihlere geçmiş veya geçebilecek adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Büyük adam, adına anma toplantıları yapılan adam mıdır?'' ''Hayır.'' ''Ve nihayet büyük adam, herkes tarafından büyük tanınan, büyük sanılan, büyük gösterilen veya büyüktür diye ilan edilen adam mıdır?'' ''Hayır.'' Ya öyle ise, kimdir büyük adam? Büyük adam, yaratılış gayesini bir an hatırından çıkarmayan, bu hedefe doğru yürüyen ve bu hedeften hiç bir zaman şaşmayan ve ayrılmayan adamdır. Büyük adam, her harekâtının, her an zapt edildiğini bir an dahi aklından çıkarmayarak, her anının hesabını vereceğinin dikkat ve şuuru ile 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râcîûn' hakikatinin idrâki içinde bulunan adamdır. Büyük adam, Allah'ın rızasından başka hiç bir şeyi gaye edinmemiş ve nefsine; 'Ey nefis takvâ ve amel-i sâlih ile Hâlikını râzı etti isen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur. O kâfidir. Eğer halk da Allah'ın hesabına rıza ve muhabbet gösterirse iyidir. Şayet onlarınki dünya hesabına olursa kıymeti yoktur. Çünkü onlarda senin gibi âciz kullardır' diyebilen ve o esasa riâyet edebilen kişidir. Büyük adam, dâvası büyük olan adamdır. Büyük adam, himmeti büyük olan adamdır. Büyük adam, hedefi büyük olan adamdır. Büyük adam, nefsi emaresini yenmiş adamdır. Büyük adam, dünyaya, menfaate, şöhrete, mala, paraya, makama ve nefsine esir olmayan adamdır. Büyük adam, meşru lezzetleri dahi dâvası uğruna terk eden adamdır. Büyük adam, şeytanına 'Eyne'l-mefer' dedirten adamdır. Büyük adam, darağaçlarına, zindanlara, kurşunlara, tehditlere ve tehlikelerin her türlüsüne meydan okuyan, pabuç bırakmayan adamdır. Büyük adam, şehitlik makam rütbesinin üstünde makam ve rütbe tanımayan adamdır. Büyük adam, büyüklük dâvâsı olmayan adamdır. Ve nihayet büyük adam, bütün küçüklüklerden sıyrılmasını bilmiş ve bütün büyüklükleri şahsında cem'etmiş adamdır. Şimdi ilk sualin cevabını verebiliriz: Âhirete göçtüğünden bahsettiğimiz o büyük zât, o büyük adam, yukarıda saydığımız bütün vasıfların ve sahip olduklarının da pek çoğunu sayamadığımız büyüklüklerin sahibi, Mehmed Zübeyir Gündüzalp'tir. Konya'nın, mert ve erkek ruhlara ve İslâm fedâisi kahramanlarına beşik olan Ermenek Yaylasında doğup, İstanbul ufuklarında ufûl eden güneş, 'Kur'ân'ın muhkemat kal'asına gir, sünnet-i seniyeyi rehber yap, selâmeti bul' diyen ve Allah-u Âzimüşşânın nûrunu, Peygamberî Zîşanın nûrunu, Kur'ân-ı Hakîmin nûrunu, İslâm’ın nurûnu, îmânın nurûnu aksettiren Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin aksettirdiği bütün bu nurlara her daim en geniş şekilde ayna olabilmek liyâkat ve bahtiyarlığına sahip olarak âlem-i bekâya intikâl etmiştir. Evet, Mehmet Zübeyir Gündüzalp, Risale-i Nur'la karşılaşıp, onu okuyunca aklıyla, kalbiyle, ruhuyla ve sair bütün lâtifeleriyle o nûrun pervanesi olmuş ve en büyük davanın iman dersleri ile yapılabileceğini idrak etmiş ve bütün zerratı ile massettiği Risale-i Nur'un muellif-i muhteremi Bediüzzaman'ın yanında yer almıştır. Her şeyini feda ve terk eden bir İslam fedaisi olarak zindanlar, tehditler, tazyikler, tecavüzler karşısında zerrece irkilmeden, onunla beraber zindanlar içinde, demir parmaklıklar arkasından, darağaçlarının altından, süngüler arasından dimdik yürüyerek geçmiştir. Hayat hikayesini ve kahramanlıklarını, fedakârlıklarını ve eşsiz vasıflarını değil bir makale, bir kitaba dahi sıkıştırmak mümkün olmayan bu zat, her şeyden önce nefs-i emaresini, his ve hevasını, bir daha belini doğrultamayacak bir şekilde yere sererek iman hizmetine vakf-ı hayat eylemiş: azamî ihlâsın, azamî fedakârlığın ve sabr-ı cemilin mücessem timsali olarak yaşamış; hüsn-ü ibadete ve taate ve şükre ve zikre muvaffak olmuş, iman-ı billaha, marifetullaha ermiş; hayatı başından sonuna kadar Kur'an hizmetinde, iman hizmetinde, Risale-i Nur hizmetinde geçmiş; hastalıkların, yorgunlukların ve şer kuvvetlerin vurmak istedikleri zincirleri darmadağın etmiş ve son nefesine kadar bu hizmetin zaferi için mücadele ederek ruhunu hizmetin ateş hattında teslim eylemiş ve kınından çıkmış bir kılıç olarak ahirete irtihal etmiştir. Allah onu garîk-i rahmet eylesin; Nur içinde yatsın; Cennetü'l-Firdevsine kabul buyursun, Peygamber-i Zîşânın ve Büyük Üstadın âğuş-u nazdârânesinde mes'ûd eylesin ve himmetini bu aciz ve günahkâr kardeşlerinin üzerinden eksik eylemesin. Âmin... Bediüzzamanın Avukatı Bekir Berk

İspatta iki müsbit, binler nehyedene müreccahtır.

Bir şehirde bir parti mitingi yapılıyor. Miting bitmiş, herkes dağılmaya başlamışken, sonradan miting alanına doğru giden bir meraklı kişi, mitingden dönen birini çevirip :"Kardeşim miting nasıldı, ben yetişemedim de" der. adam : -"Valla hemşerim miting güzel geçti ama, ben miting arabasının yanında idim. Adamın biri elindeki bayrak sopasını yanlışlıkla hızla sallarken önündeki bir vatandaşın gözüne soktu. adamın gözü aktı. Hastaneye kaldırdılar." der. Adam biraz daha ilerler, Bir başkasına sorar mitingi : -"Miting iyiydi, çok güzel geçti" der adam -"Peki bir olay olmadımı yaralanma falan?" -"Hayır" der adam, "hiç bir olumsuzluk olmadı, ben görmedim" Bizim arkadaş aynı soruyu başkalarına sormaya devam eder. Sorduğu kişilerden biri daha, bayrak sallama olayının aynısını aktarır."Birine bayrak sopası çarptı ve yaralandı, hastaneye kaldırdılar" der. Fakat sorduğu, belki bin kişiden sadece ikisi bu olayın olduğunu anlatır. Diğerleri bu olayı görmediklerini söylerler. Şimdi soruyorum : Böyle bir olayın olduğundan şüpheniz kalırmı? Elbetteki kalmaz. Çünkü birbirinden habersiz iki kişinin aynı olaya parmak basması, o olayın olduğunun en büyük delilidir. İsterse o olayı görmedik diyenler bir milyon kişide olsalar, o iki adamın sözüne itimat edilir. Çünkü yanlışta ittifak olmaz. Görmeyenler, o olayı inkar etmiyor, sadece "ben görmedim" diyor. Görmemenin her kişi açısından değişik engelleri olabilir. Görenlerin adedi ne kadar çok olursa, o olayın doğruluğunun kesinliği o kadar artar. Peki bunları niye anlattım? Şundan: Peygamberimizden rivayet edilen o kadar değişik kanallardan gelen, ve aynı olayı anlatan hadiseler varki, o olayın olduğundan şüpheyi kaldırır. Mesela; Sahabeden birisi diyorki "Felanca savaşta ordu susuz kalmıştı. Peygamberimiz, parmaklarını bir su kovasının üzerine getirdi. Parmaklarından 10 musluklu çeşme gibi su akıttı. Bütün ordu suyu içtiler." Başka bir sahabe, aynı olayı biraz daha farklı, fakat özü benzer bir olayı anlatıyor ve diyorki "Falanca savaşta, ordu susuz kaldığında, peygamberimiz elinizde ne kadar su varsa toplayın getirin dedi. Sonra bir kovanın içine koydular. Fakat su o kadar az idiki, ancak bir iki kişi doyabilir. Sonra ellerinin parmaklarını kovaya uzattı. Parmaklarından çeşme gibi su akıtarak tüm ordunun susuzluğunu giderdi." Şimdi bu olayı anlatan o kadar değişik kanaldan sahabe varki, bu olayın vukua gelmesinde hiç tereddüt bırakmıyor. İşte aynı benzer bir olayın, farklı kanallardan gelmesi, o olayın vukuunun en büyük delilidir. Bu anlattığım olay sadece bir kurgudur. Benzer yüzlerce, binlerce peygamberimize ait mucizeler siyer kitaplarında anlatılıyor. Ve hepsi bir delile dayandırılıyor. Anane ile (yani kim kimden duymuş) isim silsilesi ile ta bize kadar ulaştırlmıştır. Kütüb-ü Sitte denilen hadis kitaplarında yazılan her hadis ve peygamber mucizesi, adeta gözümüzle görmüşcesine inanılacak kesinlikte haberlerdir. Çünkü farklı kanallardan aynı olay anlatılmıştır. Hemde iki değil, yüzlerce sahabe tarafından.... Açın bir siyer (Peygamberimizin hayatını anlatan kitaba siyer denir) kitabını, görün o rahmet peygamberi nasıl mucizeler göstermiş. Mucize ne demek? Şu demek: İnsanın kendi gücü ve ilmiyle yapamayacağı şeyleri Allahın yardımı ve ona iltimas geçmesiyle (tabiat kanunlarını o kulu için değiştirerek) onun davasına Allah tarafından bir imza ve tasdiktir. Anlatılmak istenen bu...

Mantık kuralları...

Arkadaşlar burada yazacağım konular dini olmaktan ziyade mantık kurallarıdır. Yani mantığı olan herkes bu yazdıklarıma hak verecektir. Mantık kuralları; 1- Yokluk isbat edilemez : Evet bir şeyin yokluğu isbat edilemez. Bu bir mantık kuralıdır. Biz dünyada beyaz elmanın var olduğunu, sizde beyaz elmanın yok olduğunu iddia ediyorsunuz. Ve bunu iddia ederken, ilmi ve mantıki olduğunuzu dile getiriyorsunuz! Bizde diyoruzki, beyaz elmanın olmadığını ispat edin! Hep beraber bir seyahate çıkalım. Siz önden buyrun ve bizi gezdirin! Kainatta(Evrende) beyaz bir elmanın olmadığını, önce istanbul sokaklarından dolaşarak bir başlayın bizi gezdirmeye! İstanbulda yoksa, Ankaraya gidelim, oradan izmire, oradan Erzuruma ve önce Türkiyeyi bir dolaşalım. Olmadığına kanaat getirince, Asya'ya açılalım..... yani adeta imkansız bir şey yokluğu isbat etmek.. Aynı şekilde, oturduğunuz odada bir toplu iğnenin olmadığını nasıl isbat edeceksiniz? Tüm odada toplu iğnenin girebileceği her yeri tek tek göstererek, ve "bak burada yok, bak buradada yok" diye diye odanın her milimetre karesini göstermek zorundasın. Yani bir delile dayanmayan yokluk isbat edilemez. Bu bir mantık kuralıdır.

2- İki isbat edici binler inkarcılara tercih edilir : Yine bir başka mantık kuralı da "İki isbat edici binler inkarcılara tercih edilir" dir. Ne demek bu : Mesela dün gece gökte ay'ı gördüğünü iki kişi söylese, binlerce kişi "hayır gökte ay yoktu biz görmedik" deseler "gördük" diyenlere itibar edilir. Niye : Çünkü isbatta ittifak var, halbuki inkarda ittifak yoktur, sadece inkar edenler kendi indinde yoktur diyebilir. Yani "görmedik" diyenlerin manileri değişik olabilir. Birinin evinin penceresi olmadığı için görememiş olabilir, birinin görme kabiliyeti olmadığından veya zayıflığından görmemiş olabilir, diğeri, hiç gökyüzüne bakmamış olabilir, diğeri hava bulutlu olduğu için ona görünmemiş olabilir, diğeri o saatlerde uyuyor olduğu için görememiş olabilir.... vs.... Halbuki "gördük" diyenler birbirlerine kuvvet verir. Ne kadar "gördük" diyen varsa, o kadar kuvvetli olur. Fakat "görmedik" diyenlerin biri de bini de birdir, isterse milyon olsun bir kişi gibidir. Bu bir mantık kuralıdır.


3- Konusunda ihtisas sahibi birinin, ihtisas sahasıyla ilgili bir sözü, o ihtisasta olmayanların (velev ki başka konularda ihtisas sahibi de olsalar) binlercesinin sözüne tercih edilir. Mesela : Bir doktorun, bir hastalığının teşhisinde, yaptığı bir teşhise, o konunun uzmanı olmayan binlerce mühendisin farklı teşhislerine itibar edilmez. Doktorun sözü geçerlidir.

Birinci mantık kuralına göre, dini konularda inkarcı kişinin inkarını ispatlaması imkansızdır. Çünkü yokluk isbat edilmez. Halbuki "vardır" diyen kişi var olduğunu söylediği şeyin bir emaresini, eserini, gölgesini gösterse yeterlidir. Tüm kainatı dolaşmaya gerek yoktur. İnkar eden ise, tüm zamanları ve tüm kainatı tek tek eleyerek göstermesi gerekir.-----

İkinci mantık kuralına göre 2 imanlı insan, trilyon inkarcıdan daha kuvvetlidir. (kuvvetten kastım, ikna bakımındandır. Pazu kuvveti değil) Çünkü ispatta birbirine kuvvet vardır. İnkarda ise biri, bini birdir. Sayı çokluğunun önemi yoktur. Bu şuna benzer: Dar bir delikten geçme işinde bir, bin birdir. Birbirine kuvvet veremez, herkes tek başıyla delikten geçecektir. Veya bir hendeği atlamakta bir bin birdir. Çünkü herkes bir kişilik atlayacaktır. Halbuki isbatta, yani iman edenlerin çokluğu şuna benzer : Bir yükün kaldırılmasına benzer. Ne kadar eller yapışsa o kadar iş kolaylaşır. İşte iman ile inkar arasındaki fark...

Gelelim üçüncü mantık kuralına : Bu kurala göre o kadar peygamberler, evliyalar, asfiyalar, sıddıklar, arifler gelmiş ki, hepsi "Allah var ve bir" demiş. Onlar ehl-i ihtisastır. Yani nasılki tıp ilminin ihtisas ehli olduğu gibi din ilmininde ihtisasları vardır. Manevi sahada mürekkep yalamamış, manevi makamlarda yükselmemiş kişilerin din ve Allah ile ilgili görüşleri nazar-ı dikkate alınmaz. Çünkü maddiyatta boğulanların maneviyatta gözleri kördür. Başka uzmanlık alanlarında ihtisas ta olsalar din ilminde sözlerine itibar edilmez.

Devekuşu...

devekuşunu görmeyenimiz, duymayanımız yoktur sanırım. Ne alaka demeyin, bu ilginç yazıyı bir okumayı deneyin.... Deve kuşunun iki özelliğinden ve hususiyetinden bahsedeceğim. Deve kuşları, ovalarda yayılırken, eğer bir avcıyı görse, hemen başını kuma sokar. Güya avcı onu görmesin.... Fakat heyhaat, koca gövde dışarda, o avcıyı göremiyor ama, avcı onu görür ve avlar. Deve kuşunun bu birinci özelliği... Gelelim ikinci özelliğine; Deve kuşu güya uyanık geçinen bir kuş.... Ona demişler : "Madem devesin, al şu yükü taşı bakalım"... Deve kuşu, yük taşıma zahmetinden kurtulmak için, hemen kanatlarını açmış ve "Hayıııır, ben deve değilim, kuşum" demiş. Ona ; "Madem deve değil, kuşsun, o halde uç bakalım" demişler... Bu sefer de deve kuşu, kanatlarını kısmış ve uçma zahmetinden kurtulmak için :"Hayııır ben deveyim" demiş.... Arkadaşlar, günlük hayatta birçoğumuzun "devekuşluğu" yaptığına şahit oluyoruz. Dini konularla ilgili, "ölüm", "ahiret", "hesap günü" vs, duyduğumuzda, başımızı "gaflet bataklığına" sokup, güya bizi ecel yakalamayacakmış gibi deve kuşu gibi başımızı kuma sokuyoruz. Halbuki biz istediğimiz kadar başımızı kuma soksak ta, ecel celladı bir gün bizi bulacak. Bundan kaçış asla yok. Başımızı kuma sokacağımıza, ecel celladının gelişine kendimizi hazırlasak daha akıllıca değilmi? Veya deve kuşu gibi : "hesap vereceksin, ibadet yap" dendiğinde, hayır belki ahiret yoktur, boşu boşuna niye ibadet edeyim ki" diyerek ibadet külfetinden kendini kurtarmaya çalışır. "O halde ahiret yoksa, ebedi yok olacaksın." dendiğinde ise ölümün ebedi yok olma korkunçluğundan kurtulmak için :" "ya ahiret gerçekten varsa" diyerek içinde bir ümit ışığını yeşertmeye çalışır. Bu defa da ölümün mutlak yok olma külfetinden ve düşüncesinden kurtulmak için şüpheli bir imana yapışır. Tam bir deve kuşu politikası.... Gelin devekuşu olmaktan vazgeçip, gerçeklerle yüzleşelim. İş işten geçmeden, "eyvaaaah ben ne yaptım" demeden önce, başımızı kumdan çıkaralım. İbadet külfetinden kurtulmak için, "Belki ahiret yoktur" deyip, ebedi yokluğu düşünüp, "belki ahiret vardır" diyerek devekuşu anlayışından vazgeçelim. Bu tamamen kendi menfaatimize bir durumdur. Allahım hidayet üzere ölüm nasip etsin.... Yoksa, uğrayacağımız zararı, dünya sultanlığı bile kurtarmaz.

Takiyye yapmak...

Takiye yapmak ne demek? Aslında öyle olmadığı halde, kendisini öyle imiş gibi gösterme çabalarına deniyor zannederin takiyecilik. veya ; "yaptığı şeyin tersini amaçlama, amacını da gizleme sanatı" veya ; "yapılan işle amacın farklı olması durumu, bir tür aldatma" Tüm bu tanımlardan şu sonuç çıkıyor : Takiyeci kişi aklındaki gizli gündemi saklayarak, amacına ulaşmak için kendini başka türlü gösterme çabasıdır diyebiliriz. Peki takiyecilik niye yapılır? Niye insanlar, gerçek niyetlerini gizlemek durumunda kalırlar.? takiyecinin geçerli mazereti olabilirmi? Takiyeciliği nasıl önleriz? Gelin hep birlikte bütün bu soruların cevabını bulmaya çalışalım. Öncelikle takiyeci niye olunur? sorusunu analiz edelim : Bir kişi gerçek niyetini ve görüşünü açıklamakla gerek hayati tehlike, gerek yasal soruşturma, gerekse toplumsal tepki alacağını öngörüyorsa bu yola tevessül edebiliyor. O halde bu yola girişleri önlemenin yegane yolu, "Fikir özgürlüğünün" tam olarak sağlandığının teminatının kişilere verilmesinden geçer. Kişi bilirse ki, hangi görüşü savunursa savunsun, başına hukuki bir şey gelmeyecek, ve toplumdanda tepki değil, fikrinden dolayı katılım olmasada saygı görecek, böyle durumda kendini gizleyip takiye yapmak yerine, ortaya çıkıp harbiden, fikirlerini savunacaktır. Böylelikle de kişilerin "gizli gündemleri" olmayacak, ve şeffaf bir toplum olma yolunda ilerlemiş olacağız. İnsanlar üzerinde cebri zorlamalar, anarşi, terör, baskı, şiddete tahrik gibi unsurlar içermeyen her fikir açıkça söylenebilse, böyle durumlarla karşılaşmayız kanaatindeyim. Tabiki bunu toplum olarak hazmetmemiz zor. Hatta imkansız. O hoşgörüye ulaşmak, büyük zaman ve eğitim gerektirir. Geçmişte insanlarımız, "sağcı", "solcu", "alevi", sünni" diye ayrılarak birbirlerini sırf bu ayrımcılık gerekçesiyle kıymadılarmı? Karşı fikre hazımkar olma, ve tahammülkar olma, saygılı olma meziyeti olmadığı sürece, bu olumsuzlukları ve takiyeleri yaşayacağız gibi.... Ayrıca bir konuya daha parmak basmak istiyorum : Geçmişte çok yaşadığımız bir olay. Örneğin bir açıkoturumda, katılımcıya "Sen şeriatçimisin?" diye soruluyor. O adamın ne demesini bekliyoruz? "Evet şeriatçiyim" dese, yasal suç işlemiş oluyor, "değilim" dese, hem takiye yapıyor hem yalan söylemek zorunda kalıyor, hemde kendi ile ters düşüyor. "Şeriatçimisin?" sorusunu sadece bir örnek olarak yazdım. Bu başka bir soru da olabilir... Bu durum şuna benziyor Adamı oturtmuşsun güvenlik gücünün önüne. Duvara da şöyle bir yazı asmışsın "Bu odada beyaz demek yasaktır, Beyaz diyen falakaya yatırılır". Sonrada beyaz renkli bir mendili gösterip "bu ne renk?" diye soruyorsun. Adam duvardaki yazıyı okuyor. "beyaz" dese, başına gelecekleri biliyor, ve "siyah" diyerek takiye yapmaya mecbur kalıyor. Yani ya duvara "Bu odada beyaz demek yasaktır, Beyaz diyen falakaya yatırılır". yazmayacaksın, veya o soruyu sormayacaksın. Bu adaletli bir soru değil. Tuzak bir sorudur. Bilmem örnekte anlatmak istediğimi anlatabildimmi? İnsanların takiyeci, yalancı, gizli gündemli olmalarını istemiyorsa, kendileri doğru olarak ifade edebilme özgürlüğünün verilmesi gerkir. Kişi kendini tam olarak doğru ifade ettiğive takiyye yapmadığı halde, milletin teveccühünü kazanıyorsa, ona da itiraz etmemek gerekir. Yani işin özeti : Özgürlük ve insan hakları bu işi tam çözer.... Ne takiyeci kalır, nede gizli gündemli kişi....

Cahil olmak...

Ahirzamanda cahil olmak, cahilane bulunmak veya cahiliye döneminde ki gibi yaşamak... İlim okumak, âlim olmak kâinattaki nizam, mizan, intizamı görmek ama Allah'ı bulamamak, görememek... Kur'an'a bakmak ''Düşünmez misiniz, Tefekkür etmez misiniz'' ayetlerini okumak, sivrisineğin gözünden, güneşin vazifesinden, koyunların melemesinden, ineklerin süt çeşmesinden anlamamak, yaratılış hikmetlerini kavrayamamak, Cenab-ı Hakka yönelememek... Her gün her gün yemek yemek, su içmek, havayı teneffüs etmek ama Allah'a verdiği bu nimetlerin mukabilinde şükür edememek... Genç iken gençliğin değerini bilememek, günlerini taat üzerine geçirememek, gençliği zayi etmek... Eline, diline beline hâkim olamamak... Sağlıklı olunca şükredememek, hastalanınca nankörlük edip 'Niçin, Neden benim başıma geldi' diye gevezelenmek... Dünyayı ahiretin tarlası bilmek ama ekememek, ahirette mahsullerini biçememek... Dünyanın geçici olduğunu bilmek ama güzel yüzlerin toprak olacağını, ceylan gözlerin yere akacağını unutmak, fani pis heveslerin peşinde koşup sürüklenmek... Dini yaşayanlara irticacı, mürteci, deli, gerici denmek... Aynı anne ve babadan dünyaya gelmek ama birbirine düşman olmak ana, baba, ced ve atasını inkâr etmek, onları kabul etmemek... Bir buz parçası nevindeki enaniyetini Allah için eritememek, ene'nin boynunu bükememek... Cenab-ı Hakkın her gün verdiği yirmi dört saatini görmek, bilmek ama istediği bir saatini ona verememek... Geçici pis heva ve heveslerin peşinde sürüklenmek, dinlenmemesi gereken şarkıları dinlemek, içilmemesi gereken pis müskirleri içmek... Söz verip sözünde durmamak, yardıma muhtaç ellere uzanmamak... Zeki geçinipte necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun suallerine cevap verememek... Buğday ambarında bulunduğu halde açlıktan midesini kurcalamak... Cahiliye döneminde gömülen kızları hatırlamak ve hatırladıkça bu zulüm karşısında içi kanamak, gözlerinden yaşlar akmak ama kızlarını cahilane dalalet vadisine sürüklemek, günahlar şehrine güle oynaya salmak, cehennemde onların yerlerini elleriyle hazırlamak... Allah'ı bilmek, ona iman etmek, peygamberlerini, meleklerini, ahiretini bilmek ve bunların hepsinin elmas kıymetinde olduğu bilmek ve aynı zamanda dünyanın fani ve geçici olduğunu bilmek... Elması elmas bildiği halde kırılacak cam şişesi hükmündeki dünyanın peşinden sürüklenmek... Kısacası ahirzamanda cahil olmak, cehaletinin farkına varmamak demek...

Zulüm asla devan etmez...

Zulüm devam etmez; fakat küfür devam edebilir.” sözü büyüklerimizin ortaya koydukları bir kaidedir. Bu sözün manasına yakın, Hazreti Ali’ye nispet edilen şöyle bir vecize de vardır: “Bu dünyada, zalimin ömrünün gölgesi kısadır.” Evet, zulüm bir tecavüz ve haksızlıktır. Çok defa kâinatın hukukundan, inanan insanların, hatta bütün fertlerin hukukuna kadar, zulüm ve tecavüz bahis mevzuu olduğunda, Allah mazlumlar namına zalimlerden intikam alır ve onları iflah etmez. Bu konuda bir taraftan zalimin zulmünün arşa kadar varması, orada cevap bulması ve arşın sahibinin şefkatini celb etmesi diğer taraftan da zulüm gören kimselerin imtihanda olma durumları söz konusudur. Bu iki durumun çok iyi anlaşılması gerekir. Burada önemli olan nokta şudur: Dinlerinden, dinî düşüncelerinden ve mümince yaşamalarından ötürü zulme uğrayan kimseler imtihanda olduklarını hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı ve mutlaka sabretmelidirler. Zulme uğrayan bu insanlar içinde öyle kimseler de vardır ki, dişlerinden birisi kırıldığı veya başları ağrıdığı zaman, onlara bu cevr ü cefâyı reva gören kimselerin başlarına bir bela gelse, hemen her şeyi kendilerinden bilir ve liyakatlerinin olup olmadığına bakmadan, maddeten ve manen zafer kazanmış havasına girerler. Zira bunlar hiç mi hiç kalbura konmamış ve elenmemişlerdir. Bu mesele ile ilgili bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah herhangi birinizi, kuyumcuların altını ateşe koyup orada erittiği gibi imtihan eder, ateşlere kor, potalarda eritir, kalıptan kalıba sokar ve şekillendirir; ta özünüzü bulup kendiniz olasınız.” Evet, gerçek mazlum için işte böyle bir imtihan bahis mevzuudur. Yoksa başına küçük bir bela gelen her mümin, hemen imanını veya Kur’an’ını sütre gibi kullanarak kendilerinden zulüm gördüğü insanların başlarına bir şey gelmesini beklememelidir. Zira Allah Halîm’dir. O, suçluların cezalarını hemen vermek gücüne sahip olduğu halde sonraya bırakır ve hep hilim ile muamele eder. Bu konuda, Müslümanların çektikleri eza ve cefaları gören Hazreti Ebû Bekir, Allah’ın halîmliği karşısında çok defa: “Mâ ahlemeke ya Rabbena! Ne kadar halîmsin ey Rabb’imiz!” demiş ve hilm ü silm yolunda yürümüştür. Allah halîmdir ve Rabbü’l-âlemîn’dir. Evet, mümin ne kadar dayanıklı olduğunu, Allah için neye ne kadar dayanabileceğini, ızdıraba ne kadar tahammül edebileceğini, çilelere ne kadar katlanabileceğini göstermeli; bu vesileyle imanına ve sadakatine dair rüşdünü ispat etmelidir! Meselenin müminlere bakan yönü budur. Allah, zalime mühlet üstüne mühlet verir; ama… Zulmün zalime bakan yönü ise şudur: Zalimin, bütün bütün affedilme hakkını kaybetmesi ve bunun neticesi olarak da, onun zulmünün arşa kadar yükselmesi durumu söz konusudur ki, zulüm bu kerteye geldiğinde artık Cenab-ı Hak zalimi yakalar, derdest eder ve cezalandırır. Evet, zulüm gidip oraya dayandığı zaman zalime Allah’ın azabının dokunması hak olur. Bu durum ayet-i kerimede şu şekilde ifade edilmektedir: “Halkı zalim olan ülkeleri cezaya çarptırdığı zaman Rabb’inin çarpması işte böyle olur! Şüphesiz ki O’nun azapla çarpması pek acı, pek çetindir!” (Hûd Sûresi, 11/102) Aynı konuya işaret eden bir hadis-i şerifte de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Allah zalime (zulmünden döner diye) imkân, fırsat ve mühlet verir. Çünkü Allah âlemlerin Rabb’i ve Erhamü’r-râhimîndir. Bütün bunlara rağmen zalim zulmünden dönmez ise, bir kez daha fırsat verir. Fakat bir de yakaladı mı artık onu iflah etmez ve onun canını çıkarır.” Efendimiz bu beyanın sonunda da Hûd Sûresi’nde geçen yukarıdaki ayeti okumuştur. İşte meselenin diğer tarafında da bu konu yani zulmün belli bir noktaya geldikten sonra gayretullaha dokunması meselesi vardır. Nitekim müminler olarak her birerimiz Cenab-ı Hakk’ın zulmedenlere bu dünyada verdiği cezalara bizzat şahit olmuşuzdur. Çok defa görmüşüzdür ki, Allah, zalimlerin çevirdikleri dolabı getirip kendi başlarına çevirmektedir. (Bkz.: Feth Sûresi, 48/6; Fâtır Sûresi, 35/43) Evet bu konuda mümine düşen sabırla intizar etmektir. Her şeyi gören ve bilen Rabb’imiz Müheymin’dir. O, her şeyi bilip etrafımızdaki her hadiseyi tedbir edendir. Eğer bir şey çekiyorsak, O, çekilen şeyleri, çektirenlerin kimler olduklarını ve onların durumlarını da görmektedir. Öyle ise “Doğacaktır bize vaad ettiği günler Hakk’ın / Kimbilir belki yarın, belki yarından da yakın.” (M. Akif) deyip teslimiyet içinde intizarda bulunmalıyız.

Ölüm hakikatının çocuklara anlatımı...

Ölüm meselesini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer. Deprem sonrası, birçok kişi pek çok konuda yığınla şey söyledi. Ama her meselede olduğu gibi bu meselede de, atlanan, gözden kaçan, hiç değinilmeyen mevzular kaldı. Bu kapısı açılmadık konuların içinde en önemlisi de, bütün hayatı koca bir oyun gibi gören çocukların, bir anda gerçek hayatın en gerçek yüzüyle burun buruna gelmeleri oldu. Çocuklar bu büyük depremden sonra, annelerini, babalarını, kardeşlerini, sokakta birlikte oynadıkları arkadaşlarını ölümün alıp götürüşünü gördüler. Enkaz altlarından ölü insanların çıkarılışını izlediler, harabe sokaklarda, eski oyun günlerinin izini ararken daha önce hiç tanışmadıkları ceset kokularını duydular. Ölüm, bütün çıplaklığıyla karşılarına çıktı. Büyükler kendi dertlerine düşmüş olmanın verdiği telâşla, çocukların bu ölümle ilk ve yoğun karşılaşmalarının ardından, onlara ne gibi açıklamalarda bulunulması gerektiğini, teselliye muhtaç küçük kalplerin nasıl teskin edileceğini düşünmeye bu konuda gerçek ve işe yarar açıklamalar yapmaya gerek duymadılar. Deprem sonrası ilerleyen günlerle birlikte, bu konuda bazı yazılar yazıldı. Meselâ tanınmış bir yazar ölümü kendi dünyasında çözememiş bir insan çaresizliğiyle meseleyi farkediyor ama; “4 yaşında bir çocuk babası olarak bu türden hassas konularda daha ‘yerel’ ve ‘gerçekci’ çözüm ve önerileri beklediğini” itiraf ediyordu. Evet bu itiraf ölüm meselesini, bütün gerçekliğiyle birlikte kuşatamamış ve kucaklayamamış birinin çaresizliği idi. İslâmiyetin ahiret inancından uzak kalmışlığın, inanamamışlığın kaydı idi. ••• Batı dünyasından elimize geçen ve ölümle alâkalı olan çeşitli yazılar, İslâmiyetin her yaş grubu için ne kadar isabetli müjde ve telkinlerde bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Batılı bir çocuk eğitimcisinin başından geçen çok enteresan bir olay, bu hakikate misâl olarak gösterilebilir. Bu eğitimcinin küçük yaştaki kızı, günün birinde, bir türlü yemek yemez olmuştur. Annesi çocuğa önce yemesi için yalvarmış, sonra zorlamışsa da fayda vermeyince acıkması için beklemiştir. Ancak aradan 2 gün geçtiği halde küçük çocuk, ağzına bir lokma dahi koymamıştır. En nihayet annesi çok ısrar edince, çocukcağız ağlamaya başlar ve dilinden şu sözler dökülür: —Ne olur anneciğim sen de yeme, çünkü seni çok seviyorum. Annesi, neden yememesi gerektiğini sorduğunda küçük kız sebebini söyler ve anne hayretler içinde kalır. Meğer küçük kız ile babası arasında birkaç gün evvel şöyle bir konuşma geçmiştir. —Baba, niçin yemek yiyoruz? —Büyümek için. —Büyüyünce ne olacak? —İhtiyarlıyacağız. —Peki ihtiyarladıktan sonra ne olacağız? —Ne olacak, herkes gibi biz de öleceğiz... O günden sonra çocuk, yemek yememeğe karar vermiştir. Çünkü o, herkesin yemek yediği için öldüğünü zannedip; öyleyse yemek yemem; yemezsem büyümem, büyümeyince de ihtiyarlamam ve dolayısıyla ölmem diye düşünmektedir. Tabii kendisi ölmek istemediği gibi, çok sevdiği annesinin de ölmesini istemiyor. Bu sebeple O'nun da yememesi için, yalvarıp yakarıyor. Ve eğitimci bu hâdiseyi naklederek okuyucularına "Demek ki, çocuklara anlaşılması zor olan ölüm ve âhiret gibi mevzuları anlatmamalıyız" diyor. Bunu burada noktalayıp bir başkasına göz atalım. Doktor D. Freundin de, Readers Diegest adlı derginin bir sayısında "Çocuklara ölümden bahsetmeli mi?" konulu bir yazı yayınlar ve ölüm konusunda şu tavsiyelerde bulunur: "Çocuğunuzun köpeği ölünce, derin bir uykuya daldığını, kardeşi, arkadaşı veya bir yakını ölünce de onların bir seyahate çıktığını söylersiniz" diyor. Ancak birkaç gün sonra gelen yüzlerce mektupta; çocuğumuzu yatırıp uyutamıyoruz ve birlikte seyahate çıkamıyoruz. Çünkü köpeğinin ve arkadaşlarının başına gelen âkibetin, kendilerine de geleceğinden korkuyorlar, ne yapacağız, şaşkına döndük şeklinde birçok soru soruluyor. Doktorun cevaben yazdığı yazı ise; "Bu meseleyi fazla kurcalamakla hata ettik" şeklinde oluyor. İşte bu cevaplar hiç şüphesiz çaresizliğin ve aczin, ilâhî esaslardan habersizliğin ifadesinden başka bir şey olmasa gerek. Demek ki, insan nev'inin yarısını teşkil eden çocuklar ancak ölüm sonrası bir hayat inancıyla insanca yaşayabilirler. Ve yalnız Cennet fikriyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefâtlara karşı dayanabilirler. Ve her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümlerinin onların endişeli nazarlarına çarpmasına, ancak ebedî hayatın müjdesiyle tahammül edebilirler. Hem bunu tahmin etmek zor değildir. Çünkü çocuklar daha küçük yaşlardan başlayarak çeşitli ölüm-kalım tecrübeleriyle belirli bir ölçüde ölümle ilk karşılaşmaya doğru ilâhi bir programlama çerçevesinde hazırlanmaktadır. Aydınlık ve karanlığın birbirini takibi, uyuma ve uyanık kalma dönemleri, çeşitli çocukluk oyunları, ölüm ve hayat zıtlıkları şuurunu geliştirmekte, çocuk yavaş yavaş bazı şeylerin daimi ve düzenli bir şekilde gelip gittiğini, ister istemez öğrenmektedir. Bize düşen ise, en iyi ve gerçekçi telkini, ruha uygun olarak enjekte edebilmektir. Yeri gelmişken bu konuda da bazı tecrübe ve tespitlerin ışığında çocuktaki ölüm şuurunun kendini hangi yaşta gösterdiğine göz atalım. "Henüz 5 yaşına gelmemiş küçüklerin, ölümün varlığından bütünüyle habersiz ve herşeyin canlı olduğu, Macaristan, Çin, İsveç, A.B.D. doğumlu çocuklarda yapılan testlerde hepsinin aynı kavrayış şeklini paylaştığı görülmüştür.” Çocuklara gerçeklerin bizim inancımız doğrultusunda öğretilmesi, onların yavaş yavaş ölüm fikrini kabul etmelerine ve bu tutumlarının düşünce ve konuşmalarına yansımasına sebep olur. Pedagog ve psikologlar tarafından yapılan araştırmalar, çocuğun ruhî dünyasının en çok sarsıldığı yaşların 7 ve 9 yaşları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü çocuğun ölümü ihtiva eden, ölü taklidi yapması gerektiren oyunlara merak sarması bu döneme rastlar. Ölü taklidinin yer aldığı oyunların oynanması, çocuğun ölüm düşüncesini hayatın içine yerleştirmesi açısından tesirli bir rol oynar. Bu dönemdeki çocukların çoğu, ölümü bütün hayatî faaliyetlerin süresiz olarak kesilmesi şeklinde benimserler. Ünlü bir pedagog olan Carlos Costanetana'ya göre; çocuk ancak kendini doğrulayacak tasvirlere dayalı his ve müşahede tahlillerini yapabilecek duruma eriştiği bu yaştan itibaren, dünyayı ve hayatı tanımayı öğrenmiş ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olmağa hak kazanmış demektir. Hiç şüphesiz insanlar içinde yapılan bu araştırmalarda, mantık ölçülerine sığmayan tecrübe ve buluşlara da rastlamak mümkündür. Ancak yine de bunların hepsi bir araya geldiğinde, şaşırtıcı bir şekilde birbiriyle uyum gösteren bir tablo oluşmaktadır. Başta zikrettiğimiz iki örnekte olduğu gibi; susmak veya meseleyi örtbas etmeye çalışmak kime ne kazandırır? Aslında, bizce hiç ehemmiyeti olmayan şeylerin dahi en ince noktalarını soran veya araştıran çocuk, nasıl olur da kendisini ve bütün yakınlarını alâkadar eden ölüm ve âhiret gibi mevzuları sormaz, araştırmaz? Eğer siz ona "Ölüm yokluk değil!.. Hiçlik değil!... Sönmek değil!... " hakikatını ve kabir kapısının nur âlemine açılan bir kapı olduğunu anlatamazsanız çocuğun, küçücük kalbi paramparça olacaktır. Oynamakta olduğu basit bir oyuncağı dahi elinden almaya çalıştığınızda ağlayan çocuk, eğer âhireti bilmezse, hergün beraber oynadıkları kardeşinin veya sevdiği bir yakınının birdenbire kaybolmasına nasıl tahammül edecektir? Halbuki ruhu, "Cennet ve ahiret inancının" nuruyla aydınlanan bir çocuğun yüzündeki acı ve keder sisi dağılacak "Gerçi çok sevdiğim oyun arkadaşım veya kardeşim öldü, ama Cennetin bir kuşu oldu; orada bizden daha iyi yaşar. Hem nasıl olsa biz de O'nun yanına gideceğiz. İleride yine onlarla beraber olacağım. Ölüm yok olmak değil ki üzüleyim. Ölüm sadece bir yer, bir oda değişikliğinden ibarettir" düşüncesi şuur ve hislerine yansıyınca, gözyaşları dinecek ve o küçücük kalbi huzur bulacaktır. Yazımızı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun ölüm ve çocuk konusundaki bir tavsiyesiyle bitirelim: “Çocuklar ölümle, çok erken yaşlarda ilgilenmeye başlarlar. Öldükten sonra iyilerin cennete gideceğini öğrenmek, onlar için çoğu zaman yatıştırıcı olur... Sevdiği dedesi ölen bir küçük çocuk, bu gerçeği çok güzel dile getirmişti: Dedem beni bırakıp cennete gitti, orada başka çocuklarla oynuyor!..” A. Yörükoğlu’nun, çocuğun bu durumuyla ilgili olarak anne ve babalara son tavsiyesi; “Onların sevdiği kişilerle, bir öte dünyada buluşmak ümidini kırmayın” şeklindedir. (Çocuk ve Ruh Sağlığı, İş Bankası Yay. Shf. 194) Son olarak şunu da ifade edelim ki; ölüm meselesini çocuklara en doğru biçimde anlatmanın yolu biz büyüklerin onu en doğru biçimde anlamamızdan geçer. Zafer Dergisi Selim Gündüzalp

Çalışmakmı rahatlık, tembellikmi?

Bediüzzaman hazretleri hizmet insanı için en büyük tehlikelerden birinin de “meylürrahat” olduğunu belirtiyor; onu, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olarak vasıflandırıyor. Rahata düşkünlüğün umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olması ne demektir? Bu tehlikeye karşı alınabilecek tedbirler nelerdir? Bediüzzaman hazretleri yeis, acelecilik ve bencillik gibi değişik tehlikelere temas ettiği yerde bir de “meylürrahat”a değinmektedir. Soruda da ifade edildiği gibi, “Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat gelir. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar.” diyerek, bu felakete dikkat çekmektedir. “Meylürrahat”, meyil ve rahat kelimelerinden meydana gelen bir tabirdir; bazen, tembellik ve tenperverlik kelimelerinin yerinde de kullanılan bu ifade, çalışmayı sevmeme, iş görmeyi istememe, sıkıntıya katlanmaya hiç yanaşmama ve hep rahat etme, dinlenme, eğlenme peşinde olma manalarına gelmektedir. Hazreti Üstad, Risalelerin pek çok yerinde farklı yanlarıyla hep bu mesele üzerinde durmuş; tasrîf yaparak konuyu değişik vesilelerle farklı zaviyelerden defalarca ele alıp açıklamış, onu şeytanın desiselerinden biri olarak saymış ve ondan kurtulma yollarını göstermiştir. Rahat Zahmettedir Rahata düşkünlük de diyebileceğimiz “meylürrahat”, aynı zamanda, dünyanın cazibedar ve zahirî güzellikleri karşısında hevesin uyanması ve insanda çalışmaya karşı bir gafletin hasıl olması demektir. Bu hastalığa yakalanan bir insan, artık cismânî varlığı hesabına hareket etmeye, ömrünü bedenine bağlı olarak sürdürmeye başlar; hayata sadece yeme içme, gezip tozma, eğlenip dinlenme, yatıp uyuma, böylece gününü gün etme, sürekli zevk alma ve hayatın keyfini çıkarma mülahazasıyla yaklaşır. Aslında bu düşüncedeki bir insan, zamanla öyle bir hayattan da bıkar; bir süre sonra, yapıp ettiği hiçbir şeyin tadı, tuzu kalmaz. Başlangıçta severek yaptığı ve peşinden koştuğu işler bile artık ona zevk vermez ve o ardı arkası kesilmeyen şikayetlerin, öldüren sıkıntılı hallerin ağına düşer; sürekli ondan bundan şikayet eder ve devamlı buhranlar içinde yaşar. Şikayetler ve bunalımlar kısır döngüsünde kıvranır durur; zira, Risalelerde tafsilâtıyla ifade edildiği gibi, şerlerin ve günahların aslı ve mayası ademdir, yani yokluktur. Adem ise bizâtihî şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükûnet ve durgunluk gibi hâletler, ademe, hiçliğe yakın oldukları için ademdeki karanlığı hissettirip sıkıntı verirler. Evet, kendilerini sadece zevk ve eğlenceye veren, çalışmaya yanaşmayan ve yararlı işler ortaya koyamayan kimseler, derin bir karamsarlığa ve felç eden bir bedbinliğe yakalanırlar. Hem iş yapamamanın karamsarlığı, hem bir işe yaramıyor olma mülahazasının karamsarlığı, hem de arkadaşlarından ayrı düşmenin, herkesin ardında kalmanın, çıtayı aşağı düşürüp işi aşağıdan götürmenin karamsarlığı ile iç içe sıkıntılara ve bunalımlara girerler. Her bunalım içlerindeki çalışma gücünü biraz daha kırar ve onları bütün bütün bedbinliğe sürükler. Onca zevk u sefaya rağmen rûhen bomboş bir hâle ve kalben de bir tatminsizlik içine gömülürler; bir hayalet gibi kendilerini kovalayan streslerden ve anguazlardan bir türlü kurtulamazlar; kurtulmak bir yana, ruh boşluğundan sıyrılalım derken aldatan bir oyundan öldüren başka bir eğlenceye, cismânî bir çukurdan nefsânî başka bir gayyaya yuvarlanır dururlar. Ömürleri sürekli böyle bir fasit daire içinde geçip gider de bir türlü bunu fark edemez ve o kötü gidişin önüne geçemezler. Cenâb-ı Hak, bütün mevcudâtın bağrına hareket etme ve çalışma meyli koymuştur; “sünnetullah” dediğimiz bu sırdan dolayıdır ki, topyekün canlılar hareket halinde olduğu gibi, bir bakıma cansız eşya bile, şevkle ve lezzetle kendi vazifelerini yapmaktadır. İşte, Yüce Yaratıcı'nın bu ilahî adetini görmezlikten gelerek işsiz, tembel ve rahat döşeğine bağlı yaşayanlar, çoğunlukla çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü, onlar bir taraftan ademe yakınlığı itibarıyla işsizliğin ve tembelliğin hasıl ettiği bunalımlara düşerken, diğer taraftan da çalışarak elde edemediklerine, başka yollarla ve genellikle gayr-ı meşru vasıtalarla ulaşmaya çalışırlar. Rahat yaşama ve hayattan kâm alma düşüncesinde olan kimseler meşru dairede çalışıp helal dairesinde geçimlerini sağlayamayınca bin bir türlü gayr-ı meşruluğa bulaşır ve belki helal kazanan insanlardan kat kat fazla zahmet ve meşakkati rahatlık aradıkları o çirkin yollarda çekerler. Bu açıdan da, darbımesel haline gelmiş şu cümle çok doğrudur: “Rahat zahmette, zahmet rahattadır.” Gerçi, bizim ülkemizde hırsızlık, kapkaççılık ve soygunculuk gibi şeytanî işler, ahlakın tefessüh etmesini ve toplum yapısındaki dejenerasyonu da kullanan bazı güçler tarafından organize ediliyor. O türlü cürümlerin neredeyse yüzde sekseni bir kısım şer şebekeleri tarafından planlanıp sahneye sürülüyor. Ülke ve millet düşmanı bazı güç odakları, insanları güvende olmadıklarına inandırmak, toplumu kaosa sürüklemek, böylece mevcut iktidarı zor duruma düşürmek ve ülkede istikrar kalmadığını iddia ederek anti-demokratik bir kısım müdahalelere zemin hazırlamak gibi değişik mülahazalarla bu adi suçları bile büyük planlarının bir parçası olarak profesyonelce yapıyorlar. Bazıları da, onlara bakarak ve nasıl olsa onlara fatura edileceğini düşünerek mafyalaşıyor; kimi masumların kollarını kırıyor, kimilerini elsiz ayaksız bırakıyor ve kendi hesaplarına dilenmeye ya da hırsızlık yapmaya mecbur ediyorlar. İşte, bazı ülkelerdeki belli bir plana matuf bu türlü gayr-ı meşru faaliyetleri hususi mahiyette değerlendirmek gerekse de, umumi manada bu suçları işleyenlerin de olmadık zahmetlere katlandıkları görülüyor. Kolay bir şekilde para kazanma ve kısa yoldan zengin olup rahata kavuşma peşinde koşan bu mücrimler de çok büyük meşakkatlere giriyorlar. Mesela, bankaların paralarını -kendi ifadeleriyle- hortumlayan ve milletin servetini başka kanallara akıtanlar, çok ciddi bir fikir cehd ü gayreti sergiliyorlar; öyle ki, aldatma, kandırma, dolandırma hesabına zonklayan şakaklarını meşru dairede ağrıtacak kadar helal yolda çalışsalar, belki yine çok kazanacak, herkesten rahat yaşayacak, saygı duyulan insanlar olacak ve kendileri de vicdan huzuru içinde bulunacaklar. Günah arkasında koşturup kendilerini tehlikeye attıkları kadar, meşrû dairede de koştursalar, zannediyorum, başkalarının elde edemeyeceği imkanlara ulaşacaklar. Bu itibarla, hırsızların ve soyguncuların işleri de çok rahat değil; onların yaptıklarında da bir sa'y ve gayret var; fakat, onlarınki yanlış yolda bir sa'y ü gayret. Aslında, Hazreti Üstad'ın ortaya koyduğu, “Helal dairesi keyfe kafidir; harama girmeye ihtiyaç yoktur” disiplini her alanda geçerlidir. Yeme, içme, dinlenme gibi ihtiyaçların, sair beşerî arzuların ve cismânî iştihaların hepsi Allah'ın meşru kıldığı dairede tatmin edilebilir, kat'iyen harama girmeye gerek yoktur. Haram şeytanın işidir; o insandaki iştihayı kabartır, meşrunun dışında başka şeylere karşı insanın içinde arzu uyarır. Arzularının esiri olan insanlar da maddî gözleri gördüğü halde kör gibi yaşarlar; kulakları vardır ama hakikatleri duyamazlar; akıllı gibi görünseler de eşya ve hadiseleri değerlendiremezler. Dolayısıyla da insanlık onur ve haysiyetiyle asla bağdaşmayacak işler yaparlar. Bütün Rezilliklerin Yuvası Bu açıdan, meylürrahat, aynı zamanda umum rezaletin yuvasıdır; bütün utanç verici haller, maskaralıklar ve rezillikler onun gölgesinde boy atıp gelişirler. Hayırlı faaliyetlerin içinde yer almayan kimseler şeytanın ağına yakalanırlar. Şeytan onları mutlaka bazı şeylerle meşgul eder, nefsanî ve cismanî bir kısım işlere yönlendirir. Mesela, biraz gezip stres atayım, bir yerde az eğleneyim, İnternet siteleri arasında dolaşayım, şöyle bir film seyredeyim... mülahazalarıyla lâubâli ve mâlâyâni şeylere girmelerini fısıldar. Bu fısıltıları takip ederek günah deryasına yelken açan insanlar hem en değerli zamanlarını boş yere tüketirler hem de bazen bir lokma, bir bakma ya da bir tutma ile olmadık günahlara, rezilliklere ve maskaralıklara girerler. Kendilerini tembelliğe, tenperverliğe ve lâubâliliğe salmış insanların dünyada başardıkları hiçbir şey yoktur. Nitekim, beşinci asırdan bu yana rahat yaşama sevdasına tutulan ve zevk ü sefaya düşen bizim zavallı ve bahtsız dünyamız ilmî müesseselerini, araştırma aşkını ve yeni keşiflere ulaşma cehdini başkalarına kaptırmıştır; dolayısıyla da ezilmeye, yenilmeye ve mahkum yaşamaya dûçâr olmuştur. Geçmişin oldukça cahil ve her zaman gözümüzün içine bakan toplumları ilmî seviyeleri, araştırma ciddiyetleri, maddî terakkîleri ve teknolojik üstünlükleriyle bizim üzerimizde hakimiyet kurmuşlardır ve bizi dilenci haline getirmişlerdir. Getirmişlerdir; zira belgesellerde hayranlıkla seyrettiğimiz kâşiflerin her birerleri belki senede ancak bir-iki defa evlerine gitme imkanı bulabilmişlerdir. Bazıları ömürlerinin yirmi senesini kobraların hayatını araştırmaya adamış, bir ormanda yatıp kalkmış ve bugün çoklarının din adına bile katlanmayacakları mahrumiyetlere katlanmışlardır. Dolayısıyla, tembelliğin ve rahata düşkünlüğün, her türlü zillet ve mahrumiyetin en başta gelen sebeplerinden olduğuna en güzel şahit bizim hâl-i hazırdaki durumumuzdur. Zaten, kendini rahat ve rehavetin kucağına salıveren ölü ruhların, kalkıp laboratuvarlarda uzun süreli çalışmaları, kendilerini o işe vermeleri ve her şeyi didik didik etmeleri düşünülemez. Bu rahat ve rehavete düşkünlüğe bir de aşırı hâneperestlik de eklenince, artık mücahede hattının terk edilmesi ve ferdin ruhta bir felç yaşaması mukadderdir. Bu itibarla, şayet dünyanın en tembel ve araştırma aşkından mahrum insanları bizim dünyamızdaysa, işte bu bizim için bir zillet ve bir ayıptır. Evet, fert planında rahata meyletme, toplum planında da böyle kötü bir tablo meydana getirir; neticede hem fertler hem de o fertlerin oluşturduğu toplum esaret ve zillete mahkum olur. Haddizatında, toplumları mahveden sebeplerin başında, fertlerin kendi rahatlarının ve keyiflerinin peşine düşmeleri, başkalarının sırtından geçinmeyi istemeleri ve kendileri tok olduktan sonra diğer insanların halini hiç düşünmemeleri gelmektedir. Ömrünü istirahatta geçiren, başkasının sırtından geçinen, bedavadan yiyen–içen ve tufeylîliği hayat felsefesi haline getiren böyle kimseler hem bu dünyada kronik sarhoş olarak yaşarlar, hem de ötede şeytan tarafından çarpılmış gibi kalkarlar. Merhum Hamdi Yazır, “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin uykudan kalkışı gibi kalkarlar.“ (Bakara, 2/275) mealindeki ayet-i kerime münasebetiyle onların halini çok güzel resmeder: “Bunlar ribâ ile, emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının ürününü adeta gasb edip onunla geçindiklerinden sürekli tembellik içinde yatarlar; kalkma vaktinde de rahat ve hızlı bir şekilde uyanamaz ve hemen doğrulamazlar; pek çoğu şeytan çarpmış gibi saatlerce ağzını, yüzünü buruşturarak yataklarında sağa sola dönüp durur ve sendeleye sendeleye kalkarlar. Fakat asıl mesele bu değil, bunlar karınlarını riba ile doldurduklarından dolayı bir hadîsi Nebevîde de beyan olunduğu üzere kabirlerinden kalkarken umumiyetle saralı veya mecnun halinde kalkacaklar ve bu hal onların alâmeti farikaları olacaktır.” Felâkete Sebep Olan Şımarıklar Kur'an-ı Kerim, ‎ yemesinde-içmesinde, yatmasında-kalkmasında aşırı aristokrat davranan, şan-şöhret, makam-mansıp, konfor ve iktidardan alabildiğine yararlanan ve sahip olduğu imkanlar sebebiyle zamanla doğru yoldan saparak hayasızlığa dalan kimseleri “mütrefîn” kelimesiyle anmış ve onları helâke götüren hususları nazara vermiştir. Gazab-ı ilahî ile helâk edilen beldelerde mütrefînin hakim olduğuna ve dolayısıyla yemeyi-içmeyi, rahatı ve eğlenceyi gâye-i hayal ‎ hâline getirmiş bu insanların ilâhî tehdide sebep teşkil ettiğine dikkat çekmiştir. Nitekim, bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Ve izâ eradnâ ennühlike karyeten” Herhangi bir beldeyi imha etmek istediğimizde; “emernâ mütrafîhâ” Oranın lüks içinde yaşayan şımarıklarına, kendini zevke, sefaya ve keyfe salmış aristokrat sınıfına iyilikleri emrederiz; “fe fesekû fîhâ” Buna rağmen onlar dinlemez, fısk u fücura devam ederler, kulluk adına takdir edilen çerçevenin dışına çıkarlar, kendileri için mukadder olan fıtratın sınırlarını aşarlar; “fe hakka aleyhe'l-kavlu” Bu sebeple, o belde hakkında ceza hükmü kesinleşir, onlar Allah'ın vereceği o hükme müstehak olurlar; “fe demmernâhâ tedmîrâ” Biz de orayı yerle bir ederiz, oranın altını üstüne getiririz. (İsrâ, 17/16) Her devirde ve her toplum içinde az da olsa yer alan mütrefîn güruhu, akıl, mantık, muhâkeme ve dinî kurallar yerine cismânî arzuları istikametinde hareket ederler; hayatlarını nefsanîliğe bağlı sürdürür ve davranışlarını hayvanî içgüdülerine göre belirlerler. Bu densizler, ne edep hissinden haberdardırlar ne de hesap endişesinden; insanî değerlere saygı nedir bilmez, yerinde en rezilâne davranışların bile müdafaasını yaparlar; fazilet-rezalet ayrımını, hayır-şer farklılığını bir telâkki ürünü gibi görüp gösterir ve ahlâkî hiçbir endişe taşımazlar. Öyle bir gaflet içindedirler ki, halleri Nuh kavmini, Semud rezillerini, Sodom ve Godom sefillerini hatırlatır. Bunlar, cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşarken hayattan kâm alma ve kadın-erkek birbirinden yararlanmadan başka bir şey düşünmezler. Her şeyi ve herkesi sadece hayvanî iştihaları hesabına kullanır; yalnızca yaşama tutkusu ve rahat etme arzusu ile nefes alıp verirler. Hatta, kendilerini o derece yiyip içmeye, zevk ü sefaya ve eğlenceye kaptırırlar ki, adeta şehevânî hislerini ve cismânî arzularını tatmin etmek için yaşarlar. Mesela Eski Roma'nın aristokratları en leziz içecekleri içer, en nefis yiyecekleri yer, tıka-basa doyarlardı; fakat, hedefleri doymak değil de lezzet almak olduğu için, safrayı ve mideyi boşaltmayı kolaylaştıran bir şurub içer; az rahatlar ve tekrar yiyip içmeye durur, bir kere daha –Üstad'ın ifadesiyle- kapıcıya bahşiş verir, dil ve damak zevkini tatmine çalışırlardı. Evet, Eski Roma'nın mütrefîni, ataları ve torunları gibi, adeta yemek, içmek, eğlenmek ve dinlenmek için yaşar; ölümü ve ölüm sonrasını hiç düşünmek istemez ve zevk ü sefa ile unutmaya çalışırlardı. Aynı hayat çizgisini şöyle-böyle varoluşçuluk felsefesi içinde de görmek mümkündür. Onun bazı temsilcileri en kritik anlarda bile zevklerini tatmin etmeyi düşünebilmişlerdir. Mesela, Fransa adeta bomba yağmuru altındayken, Almanlar kat'iyen aşılamaz sanılan lejyonları bir gecede aşıp Fransızların cesedleri üzerinde yürürken, bu felsefenin tabilerinden, “Bu adamlar bizi iflah etmeyecek, nasıl olsa öleceğiz; bari bu gece keyif adına ne varsa hepsini yapalım, bir güzel eğlenelim!” mülahazalarıyla dolanlar olmuştur. Ne tuhaf bir düşüncedir!. Gece boyunca eğlenecek olsalar bile cenaze evinde düğün alayı oluşturmanın alemi nedir? İstedikleri kadar yeseler, istedikleri kadar içseler, gönüllerince eğlenip levsiyâta balıklamasına gömülseler de, ne yararı var onlara?.. Hele tadıp, duyup, zevk ettikleri bir geceden sonra o zevk ufkundan yok olma gibi bir acının bağrına düşmeleri acılarını, ızdıraplarını ve eseflerini katlamaz mı? Evet, kat'iyen mantıkî değildir yaptıkları. Fakat o telkin edilmiştir ve buna bazıları “varoluş” demişlerdir. Güya, bu şekilde kendilerini ifade etmiş, herhangi bir kimsenin takyid ettiği bir kayıtla mukayyet olmadıklarını göstermiş, gönüllerince yaşayabileceklerini isbat etmişlerdir. Tabiî, bütün mütrefîn gibi onların akibeti de hüsran olmuştur. Ötede Meşakkat Çekmemek İçin Rahata düşkünlüğün sebep olduğu en büyük sefalet ve rezalet ise, tembelliğin, insana bu dünyada acı ve ızdırap çektirdikten sonra onu bir de ahirette azaba dûçar etmesidir. Burada “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullah” hakikatine sığınmayan ve ruhlar aleminden mahşer meydanına, oradan da daha ötesine kadar uzanan yolculuk için azık edinmeyen tembel kimseler zâhiren bazı yüklerden kurtulmuş olacaklar ama her durakta önlerine çıkan tehlikeler karşısında tir tir titreyecek ve sürekli bin bir türlü ihtiyaç içinde kıvranıp duracaklardır. Tembellik ve tenperverlikten dolayı burada namaz, oruç, zekat gibi ibadetlerden kaçanlar, görünüşte onların yükünden kurtulmuş olacaklar; fakat, daha sonra her köşe başında kendilerini bekleyen şeytanî tuzaklara hazırlıksız yakalanacak ve dünyada razı olmadıkları azıcık meşakkate karşılık her durakta çok büyük zahmetler çekeceklerdir. Allah'a iman eden ve kulluk görevini yerine getiren kimseler ise, dünyadaki az bir meşakkate bedel, hem burada Cenâb-ı Hakk'a tevekkül ederek rahat bir ömür sürecek, hem de hayatta iken biriktirdikleri namaz, oruç, hac gibi sermayeleriyle ötede de yol boyu önlerine çıkabilecek tehlikelere ve ihtiyaçlara karşı azık hazırlamış olacaklardır. İşte, bunlardan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) zararlı ve istenmeyen şeylerden Allah'a sığınırken tembelliği de zikretmiş “Rabbim, tembellikten Sana sığınırım.” demiştir. Dahası, huzuruna gelip müslümanlığını ilan edenlerden Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet edeceklerine dair söz alırken, bazılarından tembellikte bulunmayacakları hususunda da biat etmelerini istemiştir. Sa'y ü Gayret Bediüzzaman Hazretleri, “meylürrahat”ın nasıl bir tehlike olduğunu belirttikten sonra, ona karşı alınması lazım gelen tedbiri de nazara vermiş; “Siz de, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (mealindeki) mücâhid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhâra gönderiniz.” buyurmuştur. Evet, insanın tabiatında yeme, içme ve dinlenme ihtiyacı var olduğu, cismanî istekler ve nefsanî arzular bulunduğu gibi rahat etme isteği de mevcuttur. Rahata düşkünlük de insan tabiatının bir yanını teşkil etmektedir. Fakat, Cenâb-ı Allah insana bir de irade gücü bahşetmiştir. Şayet o, iradesinin hakkını verirse, meşru dairede bütün isteklerine nâil olabileceği ve ihtiyaçlarını giderebileceği gibi, rahat etme duygusunu da dengeleyebilir. Öyleyse, meylürrahat türlü türlü ayak oyunları yapan bir sihirbaz gibi onun ayaklarını kaydıracağı, çalışma aşk u heyecanını kıracağı ve himmet ü gayretini bağlayıp onu sefalete sürükleyeceği zaman, insan hemen iradesiyle kıyam etmeli, bir hamlede ayağa kalkıp üzerindeki tembellik tozunu silkelemeli ve çalışmaya koyulmalıdır. Eğer, kendi iradesi bu şekilde ayağa kalkmasına yeterli olmuyorsa, “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışmasının semeresi ise ileride mutlaka görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” (Necm, 53/39-41) mealindeki ayet-i kerimeye tutunmalı ve bu müjdeyle iradesini takviye etmelidir. Beyan-ı ilâhideki, “İnsan sa'yinin karşılığını mutlaka görür.” sözünü sadece öbür âleme ait bir mükafât müjdesi, bir ahiret semeresi ve Cennet meyvesi şeklinde anlamamak lazımdır. Cenâb-ı Allah, çalışan insanı daha dünyadayken de ödüllendirir; bazen bir inşirah ve rahatlama, bazen de yeni hizmetlere karşı arzu ve iştiyak şeklinde mükafât verir. Her çalışma ve gayret aynı zamanda ruhânî bir zevk ve yüksek bir moral olarak geri döner. Nitekim, Bediüzzaman Hazretleri, “Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur.” der. Evet, sen sa'y ettikçe Allah senin moralini yükseltir, kıvamına kıvam katar, metafizik gerilimini güçlendirir. Seni daha güzel işlere muvaffak eder. Vakıa, insan hayr ü hasenâtının listesini tutmamalı, yaptığı işlerle övünmemeli, başarılarından dolayı fahirlenmemelidir. Bununla beraber, her başarı mü'mim için iki hayrı daha beraberinde getirebilir. Bir yandan, insan, aczine, fakrına ve kusurlarına rağmen salih kullar arasında bulunuyor ve iman hizmetinin bir ucundan tutmaya çalışıyor olma duygusuyla, kendisini o daireye dahil eden Cenâb-ı Allah'a karşı hamd ü senâ hisleriyle dolar. Diğer taraftan da, her başarının sonunda insan için farklı bir mücadele zemini de oluşur. Muvahhid mü'min, yapılan işleri ve başarıları sahibine verme hususunda çok hassas davranır; nefsine pay çıkarmamaya azami özen gösterir. “Hayır! Şu perişan halimle ben bu başarıların binde birini bile elde edemezdim. Şu, şu, şu esaslardan dolayı bunları lutfeden Allah'tır. Başarılar O'ndan, hata ve kusurlar nefsimdendir.” der ve bir de o mücadelenin sevabını kazanır. Kâr içinde kâra muvaffak olur; hem sa'yin sevabını alır, hem hamd ü senânın mükafatını görür ve hem de başarıları asıl sahibine verip Allah'a bağlılığını ifade ederek hasenâtını katlar. Böylece aynı zamanda bir salih daire oluşturmuş olur; hayır, başka bir hayrı tevlid eder; o diğer bir iyiliğe vesile olur; o da başka bir haseneyi doğurur. Böylece, rahat düşüncesine bir anlık karşı koyma ve iradenin hakkını verme neticesinde Allah Teâlâ insana çok şey kazandırır. Şeytanın Düğümlerini Çözün!.. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) buyurur ki, “Bir insan (gece) uyuyunca şeytan onun boyun köküne üç düğüm atar. Her düğümle beraber, “Önünde uzun bir gece var, rahat uyu!” der. O kimse gece uyanıp abdest alırsa, bir düğüm çözülür. (Kur'ân okuyarak, tesbîh ve tehlîl ederek) Allah'ı anarsa, bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın düğümlerinin hepsi çözülür. Böylece insan, canlı ve hoş bir hâlet-i ruhiye ile sabaha erer. Aksi halde içi kararmış ve uyuşuk bir halde sabahlar.” Evet, bir taraftan nefis diğer yandan da şeytan sürekli insanın kulağına fısıldar dururlar; “Rahat et, hele azıcık daha yat, keyfine bak, biraz daha dinlen!” derler. İnsan, bu nefsî ve şeytanî çağrılara uyup biraz daha uyusa ve dinlenme vaktini uzatıp dursa da, o fısıltıların ardı arkası kesilmez. Tembellik, biraz daha rahat etme duygusunu tetikler ve bütün bütün uyuşukluğa sebep olur. Dolayısıyla, ilk şeytanî fısıltı anında iradenin hakkını verip doğrulmak, kalkıp yataktan uzaklaşmak bir tepeyi aşmak gibidir; o tepeyi aşan insan işin gerisini de yavaş yavaş getirir. Bazen üzerinize aldığınız bir sorumluluk, altından kalkılmaz gibi olur da çok zorlanırsınız; o işe başlamada biraz çekimser davranır, az sıkılır ve hatta bunalımlar yaşarsınız. Bir vaaz, bir konferans ya da bir yazı vakti gelip kapıya dayanınca dünyanın yükü omzunuza binmiş gibi olur, mesuliyetin altında ezilirsiniz. Fakat, o meselenin bir köşesinden başlar, projesini yapar, ana noktalarını belirlerseniz, işin temel atkılarını örgülemiş sayılırsınız. Sonra onu güne veya saatlere taksim edersiniz; on saatlik bir işin bir saatliğini bile yaptığınız zaman, içinizde bir rahatlama hissedersiniz, o kadarcık bir sa'y içinize bir miktar inşirah salar. On fasılda bir faslı halletmiş olma düşüncesi, on faslı da halledebilecek duygu ve düşünceyi tutuşturur içinizde. Ondan sonra iğnenizle, tığınızla veya cağınızla yavaş yavaş işlemesi kalır geriye. Bir zaman sonra da karşınıza büyük bir nakış çıkıverir. Hepsini hallettiğiniz zaman ise, öyle bir rahatlarsınız ki, zaferyâb olmuş bir komutan, işini başarıyla noktalamış bir iş adamı ya da irşad ettiği insanların hepsi üzerinde şöyle–böyle müessir olmuş bir mürşid gibi inşirah yaşarsınız. Bu açıdan da, meylürrahat hücum ettiği zaman hemen pes dememek, ona karşı mücadele etmek ve iradenin hakkını vermek zor olsa da, netice itibarıyla onu aşmak insana öyle bir zevk verir ki, rahatta ya da istirahatta o zevki yakalamak mümkün değildir. İnsanın Rahatı Çalışmadadır Haddizatında, mü'min her zaman hareket halinde olmalıdır. O, çalışırken de dinlenirken de hareketi hayatına esas yapmalıdır. Mesâisini çok iyi tanzim etmeli ve hayatında boşluğa hiç yer bırakmamalıdır. Gerçi, beşerî bir ihtiyaç olarak tabii ki o da dinlenecektir; ama zarurî uyku haricinde onun dinlenmesi de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmeli ve onun istirahati bir işten bir başka işe intikal şeklinde olmalıdır. Mesela, kitap mütalaa ederken zihni yorulursa, kendini evrâd ü ezkâra vermeli; vakti gelince namazla nefeslenmeli, bir kere de kıyam, kıraat, rüku ve secde lisanıyla Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmeli; sonra sâir işleriyle meşgul olmalı, onları yaparken bedenî yorgunluğa düşerse, o yorgunluğu atmak için hemen kapının önünde hazır bekleyen ikinci bir namaza kalkmalı.. ve böylece, “çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma” metoduyla dinamik bir hayat tarzı ortaya koymalıdır. Üstad Hazretleri bu mevzuyu noktalarken, “Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa'y ve cidaldedir.” der. Üstad'ın bu sözündeki cidal, Kur'an-ı Kerim'in “mirâ” olarak ele aldığı başkasının sözüne itiraz edip onunla mücâdeleye tutuşmak ve galip gelmek için gerekirse içindekinin aksini söylemek demek olan cidalden çok farklıdır. İnsanın başkalarıyla uğraşması, söz kavgası yapması ve galip görünmek için çekişip durması manasına gelen cidal, İslam ahlakında çirkin bir huy olarak kabul edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “Bir kavim, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.” buyurarak, bir ümmetin içinde mirâ zuhur ederse, o ümmetin vahyin bereketinden mahrum kalacağını belirtmiştir. Dolayısıyla, fıtrat itibarıyla heyecanlı ve coşkulu bir yapıya sahip olan insan için önemli bir huzur bulma ve rahat etme vesilesi olan cidal, çalışıp çabalama, gayret sarfetme ve bir maksadın hasıl olması için elden geleni yapma manasına gelen sa'y ü gayrettir. Evet, bir ferdin kalbinde öldükten sonra dirilme inancı varsa, o, bu inanç çizgisinde ameller ortaya koyacak; Rabbi uğrunda, dünyada gösterdiği bütün cehd ve gayreti değişik değişik cennet nimetleri halinde ötede mutlaka bulacağını düşünerek sürekli salih ameller işleyecektir. O her an başka hayırlı bir işin peşinde olacak ve ahiret azığı tedarik edebilmek için dur durak bilmeden çalışacaktır. Böyle bir çalışma, zâhiren dünya için de olabilir; o işe asıl değer kazandıracak olan husus niyettir. Şayet insan, “Cenâb-ı Allah bana versin, ben de onu değişik şekillerde Rabbime iade edeyim. Rabbim sağanak sağanak başımdan yağdırsın, ben onları baraj gibi bir merkezde biriktireyim; sonra da kanallarla kuvve-i inbatiyesi olan arazinin bağrına salayım.” düşüncesindeyse, onun dünyalık gibi görünen işleri bile Bâkî'ye müteveccihtir ve beka televvünlüdür. Mesela, günümüzde, eğitim ve diyalog faaliyetleri adına dünyanın beşyüz yerinde ocak tüttürülüyorsa bu sayıyı bine çıkarma niyetiyle çalışıp didinen insanların gayretleri sadece dünyalık olarak kabul edilemez. Beşyüz yere daha birer meşale ulaştırıp oraları da aydınlatma meselesi imkana vâbeste bir iştir. Bu iş için, bir taraftan o meşaleleri tutuşturup uzak diyarlara götürebilecek insanlar yetiştirmek gerekirken, beri taraftan da o insanları istihdam edebilecek çalışma alanları hazırlamak icap etmektedir. İşte, bu gayeye matuf olarak hem istihdam alanları oluşturma hem de o alanları dolduracak rehberleri yetiştirme niyetiyle oturup kalkan bir insan dünya işleriyle meşgul olsa bile, niyeti hâlis kaldığı müddetçe hep ahiret hesabına çalışıyor demektir. O Allah'tan alıp yine Allah'a veren bir dağıtım memuru gibidir. Alvar İmamı, “Allah'dan al, Allah'a ver” derdi. Şayet ahiretin varlığına inanıyorsan ve kendini burada bir misafir, bir emanetçi kabul ediyorsan, Allah Teâlâ sana bir nimet verir, sen de onu farklılaştırır, yine Allah'a iade edersin. Cenâb-ı Hak sana varlık verir, vücud verir, insanlık verir, sıhhat verir.. sen de bunları engin bir kulluk şuuruyla karşılar, Allah'a karşı vefâ, sadâkât ve ibadet olarak değerlendirir ve O'na iade edersin. Allah sana malî imkanlar verir, çalışma gücü verir, canlılık verir, aşk u iştiyak verir.. sen de bunları O'nun yolunda değerlendirir ve Allah'ın adını î'lâ şeklinde O'na iade edersin.. ve böylece bir emanetçi gibi davranırsın. O'ndan alırsın; fakat bir emanetçi şuuruyla alırsın. Emanette emin bir insan olarak senin uhdene verilen her şeyi tam değerlendirir, hatta geliştirip nemalandırır ve sahibine iade edersin. “Ben bu mevzuuda sadece bir hizmetçiyim. Esas mal sahibi Sen'sin, benim sahibim de Sen'sin, mâlikim de Sen'sin, melikim de Sen'sin; ben hem Sen'in milkinim, hem de mülkünüm.” dersin. İşte, bu niyetle ortaya koyacağın bir sa'y ü gayret hangi alanda olursa olsun makbul bir çalışma ve mukaddes bir hareketliliktir. Sözün özü; -Bediüzzaman hazretlerinin ifadeleriyle- bu kainatta zerreden seyyarata, atomdan galaksilere kadar her şey, her an hareket halinde ve alabildiğine bir faaliyet içerisindedir; bütün varlıklar var güçleriyle harıl harıl çalışmakta ve kendileri için takdir edilen tekvinî emirleri yerine getirmek için şevkle ve lezzetle vazifelerini yapmaktadırlar. İnsanın, “sünnetullah” olarak varlığın bağrına konulan bu hareket kanununu görmezlikten gelmesi ve ona muhalif davranması düşünülemez. Çünkü, sürekli istirahat, monotonluk ve yeknesaklık, keyfiyet itibarıyla adem ve yokluğu çağrıştırır. Hatta en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner. Bundan dolayıdır ki, tembel ve işsiz adam, en bedbaht, en muzdarip ve en sıkıntılı insandır. Zira, atalet ademin biraderzadesi, yani yokluğun yeğenidir. Dahası, atalet sıkıntıyı, sıkıntı sefaheti, sefahet de fakirliği ve bedbahtlığı doğurur. Hareket ve tahavvül ise, vücuttur ve vücudu ihsas eder. Vücut ise hâlis hayırdır, nurdur. Bu itibarla da, çalışan insan huzur bulur, şikayet hissiyle değil şükür duygusuyla dolu olur.

Hamiyet-i milliyemi, Hamiyet-i Diniyemi?

Arkadaşlar İnsanın hamiyet (Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti) duygusu ırkçılık anlamındaki "milliyetçilik" ten gelmesi ile, onun inançlarından (dini hamiyetten) gelmesi arasındaki farkı anlatan güzel bir hikaye : Yani dini duygularmı, yoksa ırkçı manada milliyetçilik duygularımı kuvvetlidir? (Hamiyet-i diniyemi, Hamiyet-i milliyemi?) Bediüzzamnaın yaşadığı bir hatıra : "Hürriyetin başında,(meşrutiyet) Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle doğu illeri namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde (trenimizde) iki mektepli mütefennin (okul okumuş ilim adamı) arkadaşla bir konu oldu. Benden sual ettiler ki: – Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım? Dedim: Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek (önem vermek) lâzım geldiğini soran bu şimendifer (tren) denilen medrese-i seyyarede (seyyar okulda) ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki: Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuş (birleşmiş) ve kabil-i tefrik (ayırmak mümün değil) olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetülvüskadır,(halattır) tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kal'adır (kale) dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler: – Delilin nedir? Bu büyük dâvâya, büyük bir hüccet (delil) ve gayet kuvvetli bir delil lâzım, delil nedir? Birden şimendiferimiz (trenimiz) tünelden çıktı, biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık; altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: – İşte bu çocuk lisan-ı hâliyle (görünüş lisanıyle) sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali, bu gelecek hakikatı der. Bakınız, bu dabbetülarz, (yeryüzü canavarı -treni kastediyor-) dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasiyle ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz, tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor: "Bana rastgelenlerin vay haline!" dediği halde; o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf (önemsemiyor) ediyor ve kahramancıklığiyle diyor: – Ey şimendifer! Sen, gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın. Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle gûya der: – Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin, bana tecavüz etmek haddin değil. Beni istibdadın (baskın) altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç. İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra, fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde, Rüstem-i İranî (İranın meşhur rüstem pehlivanı) veya Herkül-ü Yunanî (yunanlı herkül) o acip (acayip) kahramanlıklariyle beraber tayy-ı zaman ederek (zaman aşımı yaparak) o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz. Onların zamanında şimendifer (tren) olmadığı için, elbette şimendifer bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları (inançları) olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri (şimşekleri) olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar; ne kadar kaçacaklar; o hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetülarzın (arz canavarının) tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî (itat eden) bir merkep (eşek) zannetmiyorlar; belki, gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde (büyüklüğünde) yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm (zannederler) ederler. Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa, o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan "Şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabiyle gezdirmesi"ne olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların "Onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak" olan cahilane itikatsızlıklarıdır. O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi, Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiş. Mesele şudur ki: Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete, binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar, biçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle küfür ve dalâlât, bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye, o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi, beş para fayda vermediğini gösterip, yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor. İşte iman ve küfrün muvazenesi Ahirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür, dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini kat'î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz. Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız... Ne kadar şimendifer misillû balon, otomobil, tayyare, berriyye ve bahriyye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vâkıatlarına bakınız. Hem, âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, Âlem-i ruhanî ve mâneviyatta, kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir. İşte kâinat içindeki maddî ve mânevî bütün bu silsileler; imansız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i mâneviyesini zir ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belkisevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları, mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar, vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp, kuvve-i mâneviyeyi tamamiyle eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. İşte ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez; kuvve-i mâneviyeyi temin edemez. Cesareti, zir ü zeber olur; fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır. Ehl-i iman, iman cihetiyle, değil korkmak, kuvve-i mâneviyesi kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i mâneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan, bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler" deyip anlar kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi; onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur, yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz. Acaba, en ziyade kuvve-i mâneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer; bu zamanda, o kuvve-i mânevîyi ve teselliyi ve saadeti temin eden İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanı ile İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanması, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş başta İslâm olarak beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa Kur'ânın hakaikına yapışacak!..." – Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat birleşiktir; itibarî, zahirî ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avâm (alt halk tabakası) ve havassa (elitler) şâmil oluyor... Hamiyet-i milliye, yüzden birisine, yâni menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde, kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî, ekser enbiyayı (peygamberi) şarkta (doğuda) göndermesi işaret ediyor ki: Yalnız hiss-i dinî, şarkı uyandırır, terakkiye (ilerletmeye) sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat'îsidir. (kati delilidir)