25 Aralık 2007 Salı

Terör nedir Terörist kimdir?

Siyasal amaçlarını, hiçbir evrensel kural tanımaksızın gerçekleştirmeye çalışana terörist denir. Bu eylem türüne de terör denir.Terörist, ruhu kirlenmiş, insanlıktan nasibi kalmamış, canavarlaşmış bir hayvandır.Terörist için hiçbir şeyin önemi yoktur. O, çoluk, çocuk, yaşlı, hasta, kadın, masum demeden, önüne geleni yok edebilecek bir ruh haline sahiptir. Adeta robotlaşmış bir makina gibidir. Programlandığı şekilde hareket eder.Sonunun ne olacağını, bu iş nereye kadar gideceğini, yaptığı işin mahiyetinin ne olduğunu düşünemeyecek derecede aklı kilitlenmiştir.Aklıyla değil, hisleriyle hareket eder. Mantıklı düşünmez.Yaptığı insanlık suçunun, ruhunda bıraktığı olumsuz etkiyle, dahada canavarlaşır.Her eylem, onun ruhunu yok eder, insanlığını sukut ettirir, adeta, içtiği kandan lezzet alan bir vampire benzetir.Hatta yakalanan bir teröriste, bunu niçin yaptığı sorulsa, vereceği cevap ta yoktur.
Terörüne gerekçe olan argümanlar ortadan kaldırılsa bile, o hala canavarlığına devam eder.Adeta bu durumundan lezzet alır.
Gözü o kadar karartılmıştır ki, aklı o kadar söndürülmüştür ki, canlı bomba olup, kendini bile patlatır. Cehennemin dibini boylar.
Yeri yurdu belli değildir. Genellikle insanların ulaşamayacağı mekanları ve yerleri kendine mesken seçer. Zaman zaman harekete geçerek marifetini sergiler. Bazan olurki, yola döşediği bir mayını patlatarak, ordan geçenlerin kim olduğuna, nereye, niçin gittiklerine bakmaksızın onları katleder. Geride akan gözyaşları, yetimler, öksüzler, veya evlat acısı çeken anneler bırakır.
Bazan da, şehrin kalabalığına kadar sızıp, bir binayı çökertir. İçinde kimin yaşadığının onun için önemi yoktur.Aslında kendisinin bir piyon olduğunu, arkasında başka emellerle kullanıldığını bilmez.
Güya kendini bir özgürlük savaşçısı zannederek, kendiyle övünür, yaptıklarını meşru sayar.Mefkuresi uğruna kendini feda eden bir kahramandır o, kendi nazarında. Çünkü ona öyle öğretilmiştir.
Haydi aslanım, yak, yık, öldür, katlet...
Seni tarih şerefle! anacak, hadi koçum....
Maşası olduğun şer güçlerin emellerine erişmesi için ne duruyorsun, çalış....
Askere sıktığın kurşun, senin komşun, mirza ağanın oğlu Welat...
Geçen askere gittiydi, unuttunmu...
Yani, sıktığın kurşun, komşun mirza ağanın oğlu Welat'ı vurdu....Halbuki Welat ile ne iyi arkadaştınız küçükken, onunla çelik çomak oynardınız, unuttunmu...Welat'ta askere, Vatan savunması için gitmişti....
Kardeşi kardeşe vurdurtuyorlar....Zaten bir ulusun askeri kuvvetleri ne işe yararki. Ülkeyi savunmak değilmi....
Ülkeyi savunmak için giden askere, terörist silah sıkarsa, bu ne demektir. "Ben senin düşmanınım" demek değilmi?O halde o asker ne yapacak, eli armutmu toplayacak...
Elbetteki kendi düşmanını yok edecek. Onu gerekirse ininde bulacak, dağda, taşta onu kovalayacak. Ta ki, kendine ve vatanına bir zararı dokunmasın.
Dağdaki teröristi kovalayan orduya, "Bırakın şu gerillaya saldırmayı, operasyonları durdurun" diyen yandaş siyasilere ne demeli.Ordumuz, evinde oturan, masumlara mı operasyon düzenliyor?Eline silah alan haydutlar, ellerindeki silahları bırakıp, güvenlik güçlerine teslim olsunlar. Bakın o zaman operasyon kalıyormu.
Bir de utanmadan, "operasyonlara son verilmeli" diyorlar.Hele hele bu forumda son zamanlarda türeyen ve utanmadan PKK nın terörünü masum göstermeye çalışan ve "dilimizi yasakladılar, ismimizi yasakladılar, şarkılarımızı yasakladılar" gerekçeleriyle, sanki terör için geçerli gerekçelermiş gibi savunarak ve bu özgürlükler verilirse terör bitecekmiş gibi safsataya sapanlar var.Kendileri en büyük ırkçı olduklarını şuradan anlayın ki, sürekli bir "ırkın" özgürlüğünden dem vururlar. Sanki bu ülkede sadece haksızlığa uğrayan kendileri imiş gibi...
Her haksızlığa uğrayan teröre başvursa, ortalık kan gölüne döner.Hukuk devleti demek ne demek.?
Herkes hukuk önünde eşit demek değilmi?Demokratik açılımlar ile halledilecek sorunları, terörle halledeceklerini sananların yanılgısı yetmedimi...Burada isimlerini tek tek vermeyeceğim, fakat kendilerini gayet iyi bilen bu arkadaşlar, hiç PKK terör örgütüne terörist dediklerini duymadık.
Börtü böceği çok sevdiklerini duyduğumuz bu arkadaşlar "insan" ı seviyorlarsa, insanları katleden teröristeride bir kınasalar.
Bu arada şunuda eklemeden geçemeyeceğim;Elbetteki devlet politikalarında hatalı olan yönler çok oldu. Fakat bunun düzeltilmesi terörle değil, demokratik açılımlar ile olur. Zaten şu anki iktidarın hazırlattı "sivil anayasa", bu konuda oldukça geniş açılımlar getirecek gibi...Bakalım terör yok olacakmı!
Terör ne zaman yok olur?Terörü kullananların emelleri gerçekleşince....Maşaları kaldırıp atarlar o zaman...Teröristlerin Iraktaki lideri Murat bilmemkim demiş ki : Biz ABD ve İngiliz politikasını destekliyoruz" demiş.Buyrun maşanın ettiği söze...
Yarın bunları kullananlar, onlarla işi bittiğinde ...larını sildiği bir peçete gibi kaldırıp atacaklar.O zaman bu millete ettiklerini nasıl unutturacaklar merak ediyorum. Türk-Kürt kardeşliğine verdikleri derin yaraları sarmak o kadar kolay olmayacak.
Başka bir topic te yazdığım, "ortak paydalar" varken bu düşmanlıklar niye? dediğim konuda, bir arkadaş, sözü, "Dağdaki teröristin öldürüldüğünde sevinecekler var" demesi, onların iç yapısını gayet güzel anlatıyor.
Kendi öz değerlerimizde ortak payda bulamıyorsak bile "Evrensel" değerlerde bari buluşalım.Terör gibi insanlık suçu işleyenleri hoş gören mesajları artık bitirelim."Ne mutlu insanım diyene" demezden önce "insan" olalım.İnsan olmanın gereğini en güzel şekilde yapalım.Cismimiz insan, ruhumuz canavar olmayalım."Ne mutlu insanım diyene" değil, "Ne mutlu insan olabilene" diyelim.
Sağlıcakla kalın

16 Ekim 2007 Salı

İyilik

İ Y İ L İ K

Fakir bir üniversite öğrencisi okul masraflarını karşılamak için ev ev dolaşarak bir şeyler satmaya çalışmaktadır. Hiçbir şey satamadığı ve çok acıktığı bir gün açlığını bastırmak için kapısını çaldığı bir evden bir bardak su ister. Kapıyı açtığında böyle bir istekle karşılaşan evin kadını delikanlının ihtiyacının olduğunu düşünerek bir iyilik yapmak ister ve ona su yerine bir bardak süt ikram eder. Delikanlı ikram edilen sütü itirazsız bir güzel içer ve süt için borcunun olup olmadığını sorar. Kadın ise, “Annemiz bize gösterdiğimiz şefkat ve iyiliğe karşılık bir bedel almamamızı öğretti” der. Delikanlı teşekkür ederek mutlu bir şekilde oradan uzaklaşır. Yıllar sonra kadın hastalanır ve yakın şehirdeki büyük bir hastaneye kaldırılır. Bitkin ve hastane masraflarını karşılayamayacak kadar sıkıntı içerisindedir. Hastalığından ziyade hastane masraflarını nasıl ödeyeceğini düşünmektedir. Kendisi ile ilgilenen doktor, çok ihtiyacı olduğu bir anda kendisine bir bardak süt ikram eden bu kadını tanır. Kadın iyileşir ve hastaneden çıkmak üzeredir. Kendisine uzatılan ve hastane masraflarını içeren zarfı elleri titreyerek açar. Zarfın içerisinde “Bedeli hiç ödenemeyecek olan bir bardak sütün hatırına hastane masraflarını ödemeyeceksiniz” yazmaktadır. İşte, bu duygu yüklü anları ancak, insan olmanın erdemine ulaşarak bir karşılık beklemeksizin iyilik yapabilenler yaşayabilirler.
Evet, gösterdiğiniz şefkat ve iyiliğe karşı bir bedel ödenmesini istemeden, beklemeden her gün birilerine buna benzer iyilikler yapabiliriz. Kişinin kendisini iyi hissetmesine yarayan, duygularında hoşluklar, güzellikler ve yüzünde sevinç gülümsemesi meydana getiren her şey bir iyiliktir. İnsanlar olarak birlikte yaşıyoruz ve bu tercihimizden dolayı istemeden de olsa birbirimize bazı sıkıntılar veriyoruz. Bunu dengelemek ve meydana getirdiğimiz olumsuzlukları en aza indirmek için birbirimizin yüzünde elimizden geldiği kadar bu sevinç gülümsemelerini meydana getirmek zorundayız. Bundan ruhsal sağlığımız ve mutluluğumuz hep birlikte olumlu yönde etkilenecektir. Zira, yaptığımız bir iyilikten öncelikle kendimiz iyilik görürüz. Samimi olarak ve bir karşılık beklemeden bir iyilik yaptıktan sonra içinde bulunduğumuz ruh halimizi gözlemleyecek olursak, kendimizi daha mutlu, daha huzurlu ve daha hafiflemiş hissederiz. İşte karşımızdaki yaptığımız iyiliğin farkında olmasa ya da bu iyiliğimizi hakketmediğimiz bir şekilde karşılasa bile fazla bir önemi yoktur. Çünkü, asıl olan ve bizi motive edecek olan niyetimizdir ve biz yaptığımız bu iyiliği bir karşılık görmek ve bir bedel ödenmesi için değil, istediğimiz ve iç dünyamızda bu mutluluğu hissetmek için yapmışızdır. İyiliğin en güzel ödülü de budur. Bu ödüllerimizi çoğaltmak ve mutluluğumuza katkılar yapmak için hergün birilerine küçük de olsa iyilikler yapabilir, birbirimizi sevindirebiliriz. Aslında çoğu zaman insanlara iyi davranmak ve iyilikler yapmak hiçbir maddi külfet getirmediği gibi karşılığında manevi olarak bize çok şey kazandırır. Hiçbirimiz dünyaya başkalarına kötülük yapmak, sıkıntı vermek ve üzmek için gelmedik. Tam tersine iyilik yapmak, insanlara ve diğer canlılara faydalı olmak için geldik. İnsanlık tarihinde kabul gören bütün inançlarda iyi olmak, iyilik yapmak, faydalı olmak adeta vazgeçilmez bir davranış biçimi olarak insanlığın önüne konmakta, istenmekte ve teşvik edilmektedir. “Sizin en hayırlınız, insanlara faydalı olanınızdır” hükmünü getiren yüce dinimizde baştan sona iyilik teşvikleriyle doludur.
İyilik yapacak ne var ki demeyelim. İstersek ve farkında olarak yaşarsak günlük yaşantımızda iyilik yapacak o kadar çok şey var ki... Bir tebessüm iyiliktir. Selamlaşma, hatır sorma iyiliktir. İhtiyacı olanın bir sıkıntısını gidermek, yetimin başını okşamak iyiliktir. Bitkiye döktüğümüz bir bardak su iyiliktir. Kedi yavrusuna verdiğimiz bir kaşık süt iyiliktir. Biriyle ilgilenmek, can kulağı ile onu dinlemek iyiliktir. Yapılan bir hatayı bağışlamak iyiliktir.
Birine beğendiğimiz, taktir ettiğimiz bir yönünü söylemek iyiliktir. Özlediğimizi belirtmek iyiliktir. İnsanlık onuruna saygılı olarak davranmak yani; yumuşak ve güzel huylu olmak iyiliktir.
Bunlar gibi yüzlerce, binlerce iyilikleri birbirimize hiçbir karşılık beklemeden çok az zaman ve az bir emekle yapabiliriz. Belki maddi sıkıntılarımızı aşmak için göreceğimiz yardımlar, iyilikler zaman zaman önemli olabilir ama, gerçekte gördüğümüz manevi katkılar ve diğer küçük iyilikler bizler için çok daha önemlidir. Bunun için rasgele iyilikler yapalım ve bunların çetelesini tutmayalım. Aslında, rasgele birçok iyilikler hayvan ve bitkiler tarafından biz insanlara yapıla gelmektedir. Biz de insanlığımızın onur ve şerefine uygun olarak başta insanlar olmak üzere tüm canlılara iyilikler yapmaya çalışalım. Yapacağımız iyilikler için ne fark eder ki, yalnız benim çabamla ne değişir ki demeyelim. Yaptığınız her bir iyilik hem kendi dünyanızda hem de iyilik yaptığınız canlının dünyasında olumlu yönde çok şeyler değiştirecektir. Ayrıca, yapılan bu iyiliğin örnek olması ve diğer insanları teşvik etmesi durumunda da düşünemeyeceğiz boyutlarda faydalar sağlayacaktır. Çok bilinen şu hikayedeki iyilik örneği, bizlere de gönüllü olarak birkaç deniz yıldızını denize atma isteği uyandırıyor sanırım.
Sabahın erken saatlerinde okyanus sahilinde yürüyüşe çıkan bir adam,genç birinin sürekli olarak kumlar üzerinde duran deniz yıldızlarını alıp okyanusa fırlattığını görür. Buna bir anlam veremez ve genç insana ne yaptığını sorar. “Deniz yıldızlarını okyanusa atıyorum” cevabını alır. Adam, “Bunu neden yapıyorsun?” der. Genç adam “Sular çekiliyor. Onları suya atmazsam ölecekler.” -“Ama delikanlı baksana kilometrelerce kumsal var ve baştan aşağı deniz yıldızı ile dolu. Sen birkaç tane atmışsın ne fark eder ki?” Genç adam bu sözler üzerine eğilerek bir deniz yıldızı daha alır ve okyanusa fırlatır. “Bak onun için çok şey fark etti”der. O an için buna bir anlam veremeyen adam ertesi sabah erkenden kumsala inerek gençle birlikte deniz yıldızlarını okyanusa atmaya başlar. Her ikisi de bu durumları ile adeta atalarımızın, “İyilik yap denize at. Balık bilmezse Halik (Halk eden-Yaradan) bilir.” müjdeli sözünün mirasçıları gibidirler.
Öyleyse gelin, bizler de yapacağımız iyilikler için “Ne fark eder ki?” demeyelim. Bu yaşam oyununda seyirci olmayı seçmek yerine elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce iyilikler yaparak, kendimize küçük de olsa bir rol biçelim ve çok şeyin fark ettiğini görelim. Diğer insanlara da güzel örnekler sunarak onları da iyilik yapmaya ve insanlara iyi davranmaya teşvik edelim. İnsanlara şefkat ve sevgi dolu bir ilgiyi ve iyiliği karşılık ve minnettarlık beklemeden vermenin mutluluğunu yaşayalım. Zaten birbirimizden beklediğimiz şey insanca bir ilgi ve küçük iyiliklerden başka nedir ki? Unutmayalım, ancak yaptığımız ve yapacağımız iyiliklerin çokluğu sayesinde iyi insan olabiliriz ve yaptığımız iyiliklerin verdiği haz ve mutluluklarla sevinç gülümsemelerini öncelikle biz yaşarız. Kim bilir belki biz de, okyanusa deniz yıldızı atan genç gibi küçük bir iyilikle birilerini yaşama bağlar, can kurtarabiliriz. Ne mutlu bu bilinç ve istekle çevresindekilere rasgele iyilikler yapabilenlere.

İyi Yaşadımmı?

İYİ YAŞADIM MI?


Ünlü yazar TOLSTOY’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı eserinde, ölüm döşeğinde bulunan roman kahramanı İvan ilyiç, kendine bu soruyu sorar:“İyi yaşadım mı?”
Yaşamında bazı sıkıntıları olduysa da görünür başarılar elde etmiş, istediği makam ve maddi hedeflerine büyük ölçüde kavuşmuştu. Bu nedenle kendi değerlendirmesine göre iyi yaşamıştı.

Hastalığı nedeniyle yatağa bağlı kalmadan önce İvan İlyiç böyle düşünüyordu. Yatağa bağlı olarak geçirdiği birkaç ay sonunda bu düşüncesi alt üst oldu.
Zira, yalnızdı. Eşi, çocukları ve dostları sevgiye ve ilgiye en çok ihtiyaç duyduğu şu anlarda yanında değillerdi. “Neden?” diyordu İvan İlyiç “Neden?”. Bu durumda iyi yaşadım denebilir miydi?

İvan İlyiç, iyi yaşamak adına maddi ve görünür başarıları elde etmek için aşırı hırs göstermiş, bencillikler yapmış, çevresindeki insanların haklarına özen göstermemişti. Eş ve çocukları dahil olmak üzere insanlara yapay ve hükmedici davranmıştı. Dostluk, iyilik, yardımlaşma, sevgi, saygı gösterme gibi insani değerlere yaşamında pek yer vermemişti. Çevresindekiler de en çok ihtiyacı olduğu bu durumda kendini yalnız, ilgisiz ve sevgisiz bırakmışlardı. Artık, İvan İlyiç’in zihninde iyi yaşamanın değerlendirmesi değişmişti. Bu tür insani değerlerden ve güzelliklerden mahrum kalmış birisi “iyi yaşadım” diyebilirmiydi? Bu önemli soruya son nefesindeki cevabı “Hayır. İyi yaşamadım” oldu. Bu, bir insan için “ölmeden önce ölmek” gibi bir şey olmalıydı.

Bizler de İvan İlyiç’in acınacak durumuna düşmemek için bu soruyu şimdiden kendimize soralım ve önceliklerimizi iyi belirleyelim. Bilelim ki maddi ve diğer görünür başarıların yanına insani değerleri koymamışsak “iyi yaşadım” dememiz bizler içinde pek mümkün olmayacaktır.

Öyleyse gelin; yaşantımızın her anında çevremizdeki insanlara sevecen ve ilgili olalım. Sevgi – saygı ortamını oluşturmaya çalışalım. Bilinçli iş birliği, dayanışma ve yardımlaşma gösterelim. Hakkımıza razı olarak ve herkesin kişilik haklarını önemseyerek yaşantımızı sürdürelim. Son nefesimizi beklemeden, önümüzde ömür ve elimizde fırsatlar varken “iyi yaşadım” diyebileceğimiz güzellikleri oluşturmaya çalışalım. İyi ve kötü günlerimizde yanımızda olacak, geleceğini bildiğimiz dostlarımız olsun. Böylelikle hak olan ölümü de yalnız, ilgisiz ve sevgisiz karşılamayalım.

Unutmayalım; her nefis ölümü tadacaktır. Arkamızdan ise malımız, mülkümüz değil, yaşamına katkı yaptığımız sevenlerimiz, dostlarımız bizi hatırlayıp, hayırla anacaklardır.

Yuva

YUVA

“Yuva; her şartta içeri alındığımız yerdir.”
Bir arkadaşım anlatmıştı. O zaman 12-13 yaşında olan kızı ve kızının arkadaşı birlikte televizyonda film izlerler. Filmde 15-16 yaşlarındaki bir kızın başından istenmeyen bir olay geçer. Kız bunu ailesinin, özellikle de babasının duymasından çok korktuğu için evini ve ailesini terk eder. Fakat, yaşantısı bu noktadan sonra daha büyük yanlışlıklarla, acılarla ve pişmanlıklarla dolu olarak sürüp gider. İki kız bu filmi izledikten sonra etkisinde kalarak; “Böyle bir durumda sen ne yapardın?” diye birbirlerine sorarlar. Diğer kız, böyle bir durumda kendisinin de kesinlikle eve gidemeyeceğini, babasının kendisini öldüreceğini söyler. Arkadaşımın kızı ise; “Babam bana, her şartta sen bizim kızımızsın. Burası da senin evin, yuvan. Burası önemli sorunların çözümlendiği, hataların onarıldığı yerdir, der. Onun için ben evime giderdim.” yanıtını verir.
Arkadaşım, soğuk kanlılıkla ve kızının verdiği yanıttan memnun olarak bu hikayeyi bana anlattığında, iki kız çocuğu olan bir baba olarak duygularım alt üst olmuştu. Beş yıldır, hâlâ bu hikayeyi hatırladıkça Allah’a, çocuklarımı ve bizleri böyle bir durumla karşılaştırmasın diye dua ediyorum. Olayı anlatan arkadaşımın soğuk kanlılığının ve kızının verdiği yanıttan memnuniyetinin nedenini uzunca bir süre bulmaya çalıştım. Arkadaşım neden bu kadar rahat, hatta mutluydu? Bu sorunun yanıtını şimdilerde kendi kendime daha iyi veriyorum. Nasıl rahat ve mutlu olmasın ki! Böyle bir olumsuzlukla karşılaşmamıştı ve daha da önemlisi böyle bir olumsuzlukla karşılaşmamak için yıllardır dört duvardan oluşan evini çocuğu için bilinçli olarak yuva haline getirmişti. Bu hikaye ve kızının verdiği yanıt, bu çabasının taçlandırılması, ödüllendirilmesi gibiydi.
Arkadaşım biliyordu ki, kızı dört duvarı yuva gördüğü bu haliyle yanlış yapacak en son kişi olacaktı. Önemli olan yanlışın cezalandırılması değil, yanlışın en aza indirilebilmesi ve sorunla karşılaşmadan sorunu çözebilmekti. Yine biliyordu ki, önemli olan korku düzeninde insanları daha büyük yanlışlara yöneltmek değil, sevgiyle yanlıştan döndürebilmektir, uzaklaştırabilmektir. Kızının yanıtında bütün bunların ip uçlarını görebilen bir baba elbette hem rahat, hem de mutlu olmayı hak etmişti.
Yaşantımızda unutamadığımız anlar vardır. Kısa da olsa bu anlarda doğru yerde ve doğru kişiyleyizdir. Arkadaşımla kaldırım kenarında, ayak üstü yaptığım bu sohbet, bende de dört duvardan oluşan evimi çocuklarım için yuva yapma bilincini oluşturdu. Bu bilinçle hareket etmeye başlamamdan bu yana çok şükür ki, çocuklarımla ilişkilerim mükemmel oldu. Biliyorum ki onlar, yuvalarında mutlular. Başarılarının, kendilerine güvenin ve hayatla mücadele etme isteklerinin temelinde yuvalarındaki sıcaklık ve onun sağladığı güç var. Umuyorum ki, bu sıcaklık ve güçle onlar, daha az hata yaparlar ve daha çok başarılı olurlar.
Hangimiz; “Ne olursan ol, ne yanlış yaparsan yap seni yine de seveceğim” diyen birilerine ihtiyaç duymayız?
Hangimiz, her şartta bize açılacağını ve içeri alınacağımızı bildiğimiz bir kapının varlığından güç almayız?
Hangimiz, her koşulda bize ilgisini ve koşulsuz sevgisini belirten bir yüzün, bir yüreğin varlığından mutlu olmayız?
Hangimiz, beğeni dolu bir bakışla, övgü dolu bir sözle, içten bir kucaklama ile kendimizi duygusal olarak bulutların üzerinde hissetmeyiz?





Hangimiz, bir fert olarak kabul edildiğimiz, onurumuzun korunduğu, suçlayıcı ve baskıcı olmayan, demokratik bir aileye ait olmak istemeyiz ve bu durumda başarıdan başarıya koşmayız?
Ve hangimiz, içinde bu tür güzelliklerin ve değerlerin yer aldığı bir yuvaya sahip olmak istemeyiz?
Öyleyse gelin; dünyanın en nadide çiçekleri olan çocuklarımızın mutluluğu ve başarısı için dört duvardan oluşan yapıyı onlar için sıcak birer yuva haline getirelim. Yanlış ve bilinçsiz davranışlarımızla onları yuvasız bırakmayalım. Şefkatli bir kucaklama ile onlara sevgimizi koşulsuz olarak sunalım. İpek yumuşaklığında bir sesleniş, beğeni dolu bir bakış, samimi bir övgü, içten bir gülümseme ve başını okşama ile bir yuvaya ait olma hazzını onlara tattıralım. İnsanlık alemine sağlıklı, başarılı, mutlu ve ruhsal açıdan dengeli nesiller kazandıralım. Yuvamızda esnek, sakin, sevecen, bağışlayıcı, saygılı olalım ve böylelikle yuva için vazgeçilmez olan “Sevgi ve güven ortamı”nı oluşturalım. Yuvasında sevgi ortamını oluşturarak çocuklarının güvenini ve dostluğunu kazanabilmek bir anne-baba için ne güzel, ne onur verici bir durumdur.
Kuş yavrularının, yuvalarının ağzında annelerini ve babalarını gördüklerinde çıkardıkları sevinç çığlıklarına ve coşkularına benzer sevinç ve coşkuyu bizlerde kendi yuvalarımızda çocuklarımızın gözlerinde, söz ve davranışlarında görelim. Aslında onlarda kuş yavruları misali kısa bir süre sonra yuvamızdan uçup gideceklerdir. Evimizi gerçek bir yuva haline getirebilmişsek eğer, bilelim ki çocuklarımız yuvadan ayrıldıktan sonra da gönüllü olarak sık sık yuvalarını ziyarete gelecekler ve kuş yavruları misali ortamı şenlendireceklerdir. Aksi halde dört duvarın yalnız bekçileri durumuna düşeriz ve hem kendimizi hem de çocuklarımızı mutsuz yaparız.
Unutmayalım; yuva her şartta içeri alındığımız yerdir ve onun varlığı hepimizi daha güçlü daha başarılı yapacaktır.

İnsan İlişkilerin

İNSAN İLİŞKİLERİ VE İLETİŞİM
“Yaşantımızın kalitesi, iletişimimizin kalitesine de bağlıdır”
Biz insanlar fiziki, psikolojik, sosyal ve manevi ihtiyaçlarımızı en iyi bir şekilde temin ve tatmin için toplu yaşamayı tercih ediyoruz. Bu tercihimiz beraberinde iş, eş, arkadaş, dost, akraba, komşuluk......gibi ilişkilerin doğmasına neden olmaktadır. Bu ilişkiler, kişiliğimizin gelişmesinde ve sağlıklı bir ruhsal yapıya kavuşmamızda bize katkı yapmaktadırlar. Kişinin insanlarla kolay diyaloga girebilmesi ve buna bağlı olarak da gerçek dostlarının çokluğu bir zenginliktir. İnsanlarla iyi ilişkiler kurmanın inceliklerine dikkat ederek bizde bu zenginliğe ulaşabiliriz. Bunun için de;
-Kendimizi bilmemiz,
-İnsanları olduğu gibi sevmemiz (Koşulsuz sevgi),
-Her şeyi kendi çıkarlarımıza göre değerlendirmememiz,
-Belirli bir hoşgörü ve esnekliğe sahip olmamız,
-İş sorumluluğunun bilincinde olmamız,
-İnsanlarla iş birliği yapabilmemiz,
-İyi bir iletişim becerisine sahip olmamız gerekmektedir.,
Ne güzel olurdu, ilişkilerimizde ve iletişimlerimizde savunucu, yargılayıcı, denetleyici ve kesin hükümlü tutumlar sergilemek yerine, açık, anlayışlı, eşitlik belirten,esnek ve sorun çözmeye yönelik tutumlar benimseyebilseydik. Kişisel ve toplumsal görevlerimize uygun güzel hedefler belirleyip, bu hedeflere ulaşmak için çaba sarf edebilseydik. Bu hedefleri belirlerken evrensel değerlerin farkında olarak onlardan yararlanabilseydik.
Evet. İletişimimizin kalitesi yaşantımızın kalitesini etkilemektedir. Öyleyse yaşantımızın kalitesini yükseltmek için; “İletişim ve iyi ilişkiler benimle başlar” diyerek ilk adımı karşıdan bekleme yerine biz atalım. Maddi menfaatler için dostlukları, arkadaşlıkları, sevgiyi ve saygıyı yok etmeyelim. İnsanlara değer vererek onları can kulağı ile dinleyelim. Bilerek ve düşünerek güzel ifadelerle konuşalım. İnsanlara karşı önyargılarımızdan ve şartlanmalarımızdan kurtulalım.
Farklılıklarımızı zenginlik olarak görelim. İç benliğimiz ile dış benliğimizi uyumlu hale getirerek yani kişisel bütünlüğümüzü sağlayarak, insanlara maskesiz, içten ve samimi davranalım. “Benim bildiklerim kesinlikle doğrudur ve başka da doğru yoktur” dayatması ve yanılgısından kurtularak, “her şeyi tam ve doğru olarak bilmem mümkün olmayabilir. Daha güzel fikirlere her zaman açığım” diyebilelim. Yakın olduğumuz, ilişkide bulunduğumuz insanların kişiliğini değiştirmeye çalışmayalım. Yansıttıkları kişiliği olduğu gibi kabul ederek hatalarını, kırmadan, yargılamadan ifade edelim. Kendi hatalarımızla ilgili dost uyarılarını da dikkate alalım.
İnsanlar arasında mutluluk ve huzura katkıda bulunalım. İnsanlara faydamız yoksa en azından zarar vermeyelim. Birdenbire hiddetlenme ve asabi haller insan ilişkilerinin mayınları gibidirler. Kimse bu mayınların yakınında bulunmak istemez. Bu mayınlarla etrafımızdakilerin hayatlarını zehir etmeyelim. Sakin, sevecen, sabırlı ve insanlık onuruna saygılı olalım. İnsanlar hakkında olumlu düşünelim. Kavgacı ve uzlaşmaz tutumlar sergilemeyelim. İlişkilerimizde korkuyu değil, sevgiyi öne çıkaralım. İnsanları kötü, yaramaz diye nitelendirme kolaycılığından sıyrılarak “Her insan değerlidir ve sevilmeye layıktır” ana fikrinden hareketle kötüyü iyi, yaramazı yararlı yapmak için çaba harcayalım.
Gelin hep birlikte, iyi insan ilişkilerinin yaşantımızın gayesi olan mutluluğu yakalamada bizlere katkı yapacağını kabul ederek, iletişimlerimizin kalitesini yükseltelim. Unutmayalım, insan ilişkilerinde ne ekersek onu biçeriz. Öyleyse sevgi, saygı, hoşgörü, iyilik, sabır, güler yüz, yardımlaşma, yakınlık, iş birliği, paylaşma, dayanışma, güven, samimiyet, dürüstlük, hakkaniyet, tutarlılık,... tohumları ekelim. Bunların güzel ürünlerini hep birlikte biçelim ve paylaşalım.

İnsan Olmak

İNSAN OLMAK

İnsan olarak doğmak en güzel bir başlangıç ve bir lütuf, “İnsan olabilmek” ise hayatta ulaşabileceğimiz en güzel bir sonuçtur.
Bu güzel başlangıçla, bu güzel sonuca ulaşmak zorlukları içerse de mümkündür ve büyük oranda bize bağlıdır. Biliyoruz ki, insan bilinen ve bilinmeyen yönleri ile çok farklı bir yaradılışa sahiptir. Tarafsız bir gözle inceleyecek olursak, şeklen insandan daha mükemmel bir yaratık düşünemeyiz. Hele bir de bu şekil mükemmelliğine aklını, düşünebilme yeteneğini, mantığını, hafızasını ve o paha biçilmez duygularını eklersek, akıllara durgunluk verecek derecede bir ihtimamla yaratılmış olduğumuz ortaya çıkar. Bu nedenle insan, yaratılanlar içerisinde en şereflisi ve en üstün değerlere sahip olanıdır. Dünya ve kainat onun için yaratılmış, onun hizmetine ve istifadesine verilmiştir. İnsan dışındaki bütün yaratıklar bilgisayar programlarındaki gibi ana program ve nedenlere dayalı olarak devreye giren alt programlarla belirli ve standart davranışlar sergilerler. Yani sebeplere bağlı olarak programlanmışlardır ve sonuçla ilgilenme, tahmin etme ve sonucu önemseme yetenekleri yoktur. İnsan ise sahip olduğu akıl ve mantık nimetlerini kullanarak ve kendisine bahşedilen cüzi iradesi çerçevesinde düşünme, inanma, duygularını kullanma, tavır ve davranışlarını belirleme gibi alanlarda önemli ve küçümsenmeyecek serbestliğe sahiptir. Yani diğer yaratıklar gibi standart programlanmamıştır. Davranışları bir seçimdir. Sonuçla ilgilenir, sonucu tahmin eder, önemser ve aynı zamanda da sonuçtan sorumluluk alır. Bu serbestlik içerisinde insan; yaradılış şeref ve değerlerine aykırı en kötü işleri de yapabilmekte ve böylelikle insan olmaktan uzaklaşmakta veya yaradılış gayesine uygun en güzel davranışları da sergileyebilmekte ve melekten de üstün olabilmektedir. İşte, “insan olmak” demek şeklen insan olmamız değil, irade serbestliği içerisinde oluşturduğumuz benliğimizin, yaradılışımızdaki şeref ve değerimize uygun olması ve güzel duygu, düşünce, tavır ve davranışlarda bulunabilmemiz demektir.
Bir yazımda şeklen insan olmamızın yetmediğini bunun bize gerçek manada “insan olmak” gibi bir yükümlülük getirdiğini belirtmiştim. Bu manada “insan olmak” çoğu zaman kolay olmuyor, bazen bütün bir ömür yetmiyor buna. Aslında, gerçek ve güzel anlamda insan olmanın ne olduğunu önyargılarımızdan ve korkularımızdan arınabilirsek hepimiz söyleyebiliriz. Ayrıca semavi ve Hak olan bütün dinler ve gönderilen peygamberler başta olmak üzere, insanlığın gelişmesine göre kendimizin belirlediği ve evrensel olan değerler ile oluşturduğumuz kültürel yapılar bu konuda bizlere ip uçları vermektedirler.
Evet, uğruna tüm güzellikleri ve intizamı ile dünya ve kainat yaratılmış olan biz insanlar bunun farkında olarak “insanca” düşünüyor, yaşıyor, davranıyor muyuz? Sevgi dolu olmak, yardımlaşmak, paylaşmak, zararlı değil faydalı olmak, iyilik peşinde olmak, haklara riayet etmek, kendini geliştirmeye açık olmak, insanın değerini bilerek hareket etmek, hoşgörülü ve bağışlayıcı olmak, insanlık onuruna saygılı olmak, sabırlı ve olumlu olmak, her şeyi kendi çıkarlarına göre değerlendirmemek, tutarlı ve dürüst olmak, esnek olmak, işbirliğine açık ve yapıcı olmak..... gibi bizi yaradılış gayemize uygun güzel ahlaklı insan olmaya götüren bu ve bunlara benzer duygu, düşünce ve davranışları bilinçli ve samimi, olarak sergileyebiliyor muyuz? Yoksa gurur, kibir, kincilik, kıskançlık, bencillik, ölçüsüz hırs, insanları değersiz ve hor görme, hakkına razı olmama ve başkalarının hakkını gasp etme, hoşgörüsüz ve katı olma, insanlık onuruna saygısız olmak, sevgisiz ve gaddar olmak, insanlık zararına işler yapmak, sabırsız ve olumsuz olmak, her şeyi kendi çıkarlarına göre değerlendirmek, tutarsız olmak, yalan ve riyaya yönelmek, bozguncu ve kavgacı olmak, haksız yere insanların canına kıymak ... gibi bizi adım adım kendi elimizle insan olmaktan uzaklaştıran duygu, düşünce ve davranışları mı sergiliyoruz?



Bizler dünyaya başkalarının başına bela açmak, zarar vermek, canlarına kıymak, insanları üzmek ve mutsuz etmek için gelmediğimiz halde, gaz odalarını yaptırıp, binlerce insanı içine doldurarak zehirleyen ve sabun malzemesi yapanları, yerleşim birimlerine atom bombaları atarak masum insanları yakıp kavuranları, hırs ve bencillikleri yüzünden dünya savaşları çıkararak milyonlarca insanı birbirine kırdırtanları, maddi çıkarlar uğruna fitne ve fesat çıkararak insanlar arasında huzuru ve güveni sarsanları biliyoruz ve çevremizde üzülerek görüyoruz. Bu tür insanların “insan olmak” tan yana nasiplerini aldıklarını ve bahşedilen şerefe uygun hareket ettiklerini söyleyebilir miyiz.?
O halde, yaşantımızın her anında “insan olma” çabamızı ve isteğimizi samimi olarak sürdürelim. Para, mal, şöhret, mevkii gibi maddi ve görünen değerleri ne pahasına olursa olsun kazanmayı her şeyin önüne koymayalım. Kültürümüzden gelen güzellikleri evrensel değerlerle de bezeyelim. Elimize ve dilimize sahip olarak insanların arasında güven ortamının oluşmasına yardımcı olalım. İnsanları ilgiyle yargılamadan dinleyelim. İnsanlarla dostluk kurmaya çalışalım.
Fen ve matematik gibi ilmi ve maddeye hükmeden bilgilerimizi arttırmanın yanında, insani ve manevi bilgilerimizi ve değerlerimizi de önemseyelim, geliştirelim. Kendini bilen ve insanların da onu bildiği bir açıklık, dürüstlük ve tutarlılıkta olalım. Sorumsuz, aciz ve insanlara yük olma yerine, sorumlu, etkili ve insanlara yardım etmeyi amaçlayan bir yaşantıyı tercih edelim. Kavgacı ve uzlaşmaz olmayalım. İnsanlara; “Sana değer veriyorum, seni seviyorum, sana güveniyorum, seni dinliyorum, onuruna saygılıyım”ı söz ve davranışlarımızla sergileyerek uzlaşma ve barışa katkılar yapalım. Çatık kaşlı ve etrafa korku salan biri olma yerine, güler yüzlü ve çevremizde sevgi, güven ve işbirliği ortamı oluşturmaya çalışalım. Bencil olup her şeyi kendi çıkarlarımıza göre değerlendireceğimize, yaşamımızda bir insanı kurtarabilmek, birileri için iyi bir şeyler yapabilmek için gayret sarf edelim. Kimsenin sahibi ve kimseden üstün olmadığımızı bilerek hareket edelim. Karşımızdakinin duygu ve düşüncelerine anlayış, kişiliğine saygı duyalım. Böylelikle hem kendimizi hem çevremizdekileri rahatlatalım. Çevremizden göreceğimiz ilgi, yardım ve herhangi bir güzel davranışı da teşekkürle karşılayalım. Olumsuzluklarda ve yanlışlıklarda genellikle “benim hatam”, “ben yanlış anladım” gibi “ben” dilini, olumlu ve güzel gelişmelerde de “senin katkın”, “senin başarın” gibi “sen” dilini kullanalım.
Sivri dil kullanma yerine, her zaman nazik, saygılı ve anlayışlı olalım. Hiçbir zaman insanları aşağılama, utandırma, suçlama ve gruplara ayırma yolunu seçmeyelim. İnsanlarla birlikte diğer canlılara da şefkatli ve merhametli olalım. “İnsan olmak” ve insana yakışır güzel davranışlarda bulunmakla ilgili bunlara benzer yüzlerce öneriyi birlikte sıralayabiliriz.
Öyleyse gelin; elmas ve inci gibi değerli taşlardan oluşan vitrini düzenleyen birinin gösterdiği ilgi, beğeni ve özenin en azından benzerini biz de dünyanın ve kainatın gerçek incisi olan insana gösterelim. Unutmayalım; kendisine ve çevresine üzüntü ve sıkıntı veren olumsuzluklarından kurtularak, hayatını güzelliğe, iyiliğe sevgiye, gelişmeye ve paylaşmaya adamış “insan gibi insan olmak” ulaşabileceğimiz en güzel bir sonuçtur. Ne mutlu bu sonuca ulaşarak, bu dünyada “insan” olarak yaşayıp, ayrılanlara.

İlgi

İ L G İ

İlgi; başkaları ile ilişkilerimizi geliştiren, sevgi ve sıcaklık oluşturan, işbirliğini arttıran, ruhsal dengemizi ve mutluluğumuzu olumlu yönde etkileyen, güven kazandıran bir yolun ilk adımı ilk basamağıdır.
İlgi; hava, su, güneş, yiyecek gibi temel ihtiyaçlarımızdandır. Hangimiz ilgi görmenin ve göstermenin önemsiz ve gereksiz olduğunu söyleyebiliriz. İlgi görmek ve göstermek adeta mutluluğumuzun ve varlığımızın kaynağıdır. Evet, insanlar olarak bizlerin ve diğer tüm canlıların ilgiye ihtiyacımızın olduğu aşikardır. Bundan dolayı dikkatli bakarsanız her insanın alnında “Lütfen benimle ilgilenir misiniz?” yazmaktadır. Hayat gerçekten de bir ilgi görme savaşı gibidir. Hayatı yaşamaya değer ve anlamlı kılan da bu savaştır. Çünkü, ilgi görmek ve göstermek bizi bilgiye, başarıya, tanınmaya, kabul edilmeye, sevgiye, aşka ve hayatın gerçek anlamını bulmaya götürür. İlgi, ilgi gösterene de gösterilene de aynı anda olumlu duygular yaşatır. Hayatı farkında olarak ve tat alarak yaşamamızı sağlar. İlgi duyup zaman ve dikkatimizi verdiğimiz her şey bizim dünyamızda anlamlı hale gelirken, biz de onların dünyasında anlamlı hale geliriz. Ne güzel, ne coşku verici değil mi? Hayatı ilgisiz olarak yaşamak yerine çevresindeki canlılara, güzelliklere ve muhteşemliklere ilgi duyarak ve her gün ilgi alanını daha da genişleterek yaşamak. Aslında insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle ve hatta cansız varlıklarla kurduğumuz ilgilerin her biri bizi hayata bağlar. Bu bağlar can simidi gibidirler. Normal zamanlarda varlıkları bize huzur, güven ve mutluluk verirken, fırtınalı zamanlarda bizi su üstünde tutarlar ve çoğu zaman da hayatımızı kurtarırlar. Bu can simidi niteliğindeki ilgi bağlarımız olmazsa hayatın anlamsızlığı gibi bir büyük dalga bizi yaşamdan kolayca kopartabilir. İlgisizliğin ve dikkate alınmama hissinin yaşandığı durumlarda miskinleşir, bilgisizleşir, hayattan ve olup bitenden uzaklaşabiliriz. Kendimize güvenimiz azalır, davranış bozuklukları, ruhsal sıkıntılar, uyumsuzluklar, hırçınlıklar, içine kapanmalar meydana gelir. Bizi yıpratır ve yenik yapar. İlgisizlik ve ilgi görememe belki de yaşamama halidir. Yapılan bir araştırmada aynı anda doğan sağlıklı iki maymun yavrusu yalnız olarak ayrı kafeslere konurlar. Birisine oyuncak bir bez bebek verilirken diğerine hiçbir şey verilmez. Aynı şekilde beslendikleri halde kendisine oyuncak bebek verilen yavru maymun, ilgi gösterebileceği bir şeye sahip olmaktan dolayı ve hayatını bir ölçüde de olsa onunla anlamlandırabildiği için yaşamına devam ederken, diğeri ilgi görmemek yanında ilgi gösterebileceği herhangi bir şeye de sahip olamadığından kısacası hayatın anlamsızlığından dolayı yaşama veda eder. Bizler de bunun bilincinde olarak hem kendimizi hem çevremizde bizden ilgi bekleyenleri yaşıyorken öldürmeyelim. Hayata seyirci kalmamak ona daha bağlı, istekli, coşkulu ve hayatla daha iç içe olmak için çevremize ilgimizi arttıralım. Aslında, pek çoğumuz insanlarla ve çevremizle pek fazla ilgilendiğimizi söyleyemeyiz. İlgi azlığından dolayı ceviz kabuğu içinde ya da kuyunun dibinde yaşıyor gibiyizdir. Bu durumda hem kendimizi hem de çevremizdekileri cezalandırmış oluyoruz ve kendi elimizle bu muhteşem ve büyük dünyamızı küçültüyoruz. Oysa, kendimizle ilgilenmemiz, kendimizle ilişki kurmamız başta olmak üzere eşimizle, çocuklarımızla, dostlarımızla, arkadaşlarımızla, komşularımızla, mahallemizle, şehrimizle, ülkemizle, dünyamızla ilgilenmemiz ve içindeki canlılarla bağlar kurmamız, yani kuyunun dibinde yaşamaktan kurtularak yeryüzünün ve diğer yaratılanların muhteşemliği ile tanışmamız dünyamızı olduğundan daha fazla genişletecektir.
Zaten, insanlar olarak çok şeye ilgi duymamız gerekmeseydi ve istenmeseydi bizim için yaratılan dünyada bu kadar çok şey yaratılır mıydı? Bu da bize çok şeye ilgi göstermeye ihtiyacımızın olduğunu söylüyor sanırım. Ancak, görmeye ve göstermeye bu kadar çok ihtiyaç duyduğumuz ilginin olumlu ve bilinçli olması gerekiyor. Zira, her zaman bilinçli ve olumlu ilgi gördüğümüzü ve gösterdiğimizi söyleyemeyiz. Bazen bilinçsiz, olumsuz ve aşırı ilgi göstermekte ve görmekteyiz. Bu tür ilgiler ise çoğu zaman telafisi zor durumlarla bizleri karşı karşıya bırakabilmektedir. Televizyonlarda, gazetelerde ve çevremizde sık sık duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz gibi, başta ilgisizlik olmak üzere bilinçsizce gösterilen olumsuz ilgi ve aşırı ilgi çocuklarımızda özelikle de gençlerimizde büyük bunalımlar, sıkıntılar, olumsuzluklar meydana getirmektedir. İlgisizlik ve olumsuz ilgi, sevgisizlik mesajları da içerdiğinden, çoğu zaman yıkıcı olmakta ve istemediğimiz durumlarla hem bizleri hem de çocuklarımızı karşı karşıya bırakmaktadır. Çocuklarımıza ilgi göstermezsek onların korkularını, sıkıntılarını, duygularını nasıl öğrenebiliriz? Bunları öğrenmezsek onlara nasıl olumlu olarak yaklaşıp çözümler üretebiliriz? Onların coşkularına katılıp nasıl dostları olabiliriz? Onları bu ilgi görme savaşında anne ve babaları olarak desteklemezsek onlar bu yaşam savaşını nasıl başarı ile sürdürebilirler? Çocuklarımızın ve gençlerimizin her fırsatta bizlerin ilgisini istemeleri bunun için adeta yakarmaları ve haykırmaları boşuna değildir. Zira, çocuklarımızla ve gençlerimizle ilgili yaşanan bir olumsuzlukta onların ağzından duyduğumuz ve bizlere acı veren sözler, genellikle anne ve babalar olarak ilgisizliğimiz ya da olumsuz ilgimiz ilgili sözlerdir. “Benimle ilgilenmiyorlardı”,“Benimle konuşmuyorlardı”,“Beni dinlemiyorlardı”, “Bana kızıyorlar,bağırıp- çağırıyorlardı”, “Beni dövüyorlardı”, ... gibi acı ama gerçek sözleri sık sık büyük çıkmazların içindeki gençlerimizden ne yazık ki hep duymaktayız. Bilelim ki anne, baba ve çocuk arasında yaşanan bütün olumsuzlukların başlangıç noktası anne-babadır.
Bir canlı için özellikle de biz insanlar için en kötü şey ilgi görmemektir. Bu durum hiçlik yani yokluk anlamına geleceğinden böyle bir durama olumsuz ilgiyi ve belki de dövülmeyi, itilip-kakılmayı tercih ederiz. İlgi çekmek için çoğu zaman yaptığımız anormal davranışların altında bu duygu vardır. Bu nedenle insanlara, özellikle de çocuklarımıza ilgisiz olmayalım. İlgisiz anne, ilgisiz baba, ilgisiz eş, ilgisiz öğretmen, ilgisiz yönetici, ilgisiz amca-dayı, ilgisiz arkadaş kısacası ilgisiz insan nitelemelerine muhatap olmak ne kötüdür.
Ancak, ilginin de aşırısının zararlı olduğunu unutmayalım. Bu noktada sizlerle bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. İki arkadaş ormanda yürürlerken kozasından çıkmaya çalışan bir kelebek görürler. İçlerinden birisi yavruya acıyarak onu kozadan kendi elleriyle çıkartmaya karar verir. Kozayı itina ile açarak kelebek yavrusunu özgürlüğüne kavuşturur. Ancak yavru uçamaz ve ayaklarının dibine düşerek ölür. Özgürlüğün tadına hiç varamaz. Zira yavru kendi çabasıyla kozadan kurtulmaya çalışırken güçlenecek ve bu güçle uçabilecekti. Kelebeğe gösterilen bu bilinçsiz ve aşırı ilgi onun hayatına mal olmuştu.
Öyleyse gelin; bu hikayeden kendimize dersler çıkartarak, başta gelişme yeteneklerini sınama evresinde olan çocuklarımız olmak üzere diğer tüm insanlara ve canlılara ilgimizi gösterirken bilinçsizce aşırı ilgi ve aşırı koruyucu durumlardan da kaçınalım. Kozalarını kendi ellerimizle açarak onları güçsüz, pasif, kendine güvensiz ve kendi ayakları üstünde duramayacak duruma getirmeyelim. Kabiliyetlerini köreltmeyelim. Olumsuz ilginin belirtileri olan eleştiriler, nefret belirtileri, gülünç bulmalar, küçümsemeler, tepeden bakmalardan kaçınırken, olumlu ilginin belirtileri olan övme, teşekkür, iftihar etme, hayranlık duyma, dikkatlice dinleme, zaman ayırma, gülümseme, selamlaşma, hatır sorma, başını okşama, sırtını sıvazlama, kucaklama, öpme....gibi söz ve davranışlarımızla kişilerin maneviyatlarını, kendine güvenlerini ve hayata bağlılıklarını arttıralım. İnsanlara nesneymiş gibi davranmayalım. İlginin yaşantımızda güzelliklerin ve başarıların ilk basamağı olduğunu bilerek bu basamağı mutlaka kullanalım. İnsanlarla ve tüm canlılarla sürekli ilgilenerek duygusal hesabımıza yatırımlar yapalım. Sevdiklerimizin sevgi deposunu dolu tutmak için onlara değerli olduklarını hissettiren ilgimizi eksik etmeyelim. İlgimizi gösterirken dürüst ve içten olalım. Karşılık görmesek de ilgimizi göstermeye devam edelim. Unutmayalım, en olumsuz ve sinir bozucu davranışın ardında bile ilgi görmek için çırpınan mutsuz bir insan vardır. Göstereceğimiz ilgi ise hem onları hem de bizi mutlu edecektir.

İkinci kere doğmak

İKİNCİ KERE DOĞMAK

İkinci kere doğmayı hepimiz isteriz sanırım. En azından bu yaşantımızda yaptığımız yanlışları tekrarlamayarak, daha çok kendimiz olarak yaşayıp, daha mutlu olacağımızı düşünürüz. Aslında yaşamak, birinci, ikinci, beşinci kerede de olsa güzeldir ve tekrar tekrar yaşamaya elbette değer. Öyle de, birinci keresinde bize bahşedilen hayatımızı nasıl yaşıyoruz? Kendimiz olarak yaşayıp, değerlendirebiliyor muyuz? Yoksa başkalarının belirlediği rol ve beklentileri yerine getirmeye çalışarak mı yaşıyoruz?
Kendimiz olarak yaşayıp yaşamadığımızı anlamak için, önce kendimizin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Kendimiz sandığımız şey aslında, ne boyumuz, ne kilomuz, ne de kolumuz, bacağımızdır. Kendimiz olan ve bizi biz yapan duygularımız, düşüncelerimiz, tavır ve davranışlarımızdır. Bunlar da çoğunlukla aileden, eğitimden ve çevreden ödünç aldığımız şeylerdir. Kültür adına, töre adına, ahlak adına, din adına, fikir ve ideal adına bizlere yüklenmişlerdir. Çoğumuz farkında olmadan başkaları tarafından bize yüklenen değerleri hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan, sorgulamadan olduğu gibi alıp kabul ederiz. Hayatımız boyunca da bu şekilde yaşar ve başkalarını da aynı kalıba sokmaya çalışarak ömrümüzü tamamlarız. Yani başkalarının duygu, düşünce ve kalıplarını kendimiz sanarak yaşarız.
Bize aktarılan bu duygu, düşünce ve kalıpların hepsi yanlıştır demek istemiyorum. Bu öğretilerin içinde çok doğru ve çok güzel olanları var elbette. İşte ikinci kere doğmak demek, bize ailemizden, eğitimden ve kültürden verilen bütün bu duygu, düşünce ve kalıpların farkında olup, onları incelemeye, değerlendirmeye tabi tutarak, yani sorgulayarak, yanlış olanları yaşantımızdan ayıklamak, yerlerine ise daha doğru, daha güzel olanlarını evrensel
doğruları da dikkate alarak, kendi fikrimiz ve seçeneğimiz olarak koyabilmektir. Yani yaşantımızı, başkalarının belirlediği doğrular, roller, beklenti ve kalıplarla değil de, kendi bilinçli seçimimizle oluşan doğrularla yönlendirebilmektir.
Aslında çevremizdeki en yakınlarımız dahil bize empoze etmek istedikleri şeyleri sorgulamamızı istemezler. Neden ve niçin sorularına tahammül edemezler. Dinimiz, töremiz, kültürümüz böyle istiyor demek işlerine gelir. İkinci kere doğmak istiyorsak eğer, bize aktarılan bütün değer ve kalıpları sorgulamaya başlayalım ve doğru bulmadıklarımızın, beğenmediklerimizin yerlerine daha doğrularını ve güzellerini bulup koyalım. Çocuğun büyüklerin yanında sevilemeyeceği, kızını dövmeyenin dizini döveceği, kadının sırtından sopanın eksik edilmemesi gerektiği .... vb. kültürel yanlışların, töre adına bazılarına kulluk, kölelik yapmamızın istenmesinin ve din adına bilinçsizce haram ve yasakların oluşturulmasının tuzağına düşmeyelim. Ayrıca babamızdan, annemizden ve diğer büyüklerimizden görerek yaşantımıza aktardığımız çabuk hiddetlenme ve sorunu kızarak, bağırarak çözme yerine,olaylara sakin olarak yaklaşmayı, tavırlı davranmak yerine niyetin saflığı içinde davranmayı, ben sizin büyüğünüzüm ben ne dersem o olur yerine, karşıdakine de hak ve özgürlükler tanıyarak birlikte yaşamayı seçebilmeliyiz.
İkinci kere doğmuş olanlar, yeni fikirlere ve değişime daha iyi biri olma adına her zaman açıktırlar. Ancak bütün bunları, gelişmiş bir insan olarak benimsediği evrensel değerlere göre süzgeçten geçirirler. Yaşantılarında, hakkaniyete, tutarlılığa, dürüstlüğe, kaliteye, gelişime, koşulsuz sevgiye, sabra, yardım etmeye, destek olmaya, yüreklendirmeye, dengeli yaşamaya, girişimciliğe, birin değerine, onur eşitliği ve onura saygıya önem verirler. Gelin, yaşantımızdaki yanlışların farkına varmaya çalışalım ve onların yerine kendi seçimimiz olarak daha doğruları bulup koyalım. Olumlu yönde değişimi ve gelişmeyi hep isteyelim. Yani kendi çabamızla yaşantımızda ikinci kere doğalım. Bize bahşedilen bu hayatı kendimizden hoşnut olarak yaşayalım.

Yaşıyoruz ya!

“ YAŞIYORUZ YA”

Evet, Yaşıyoruz ya! Ne anlamlı, ne güzel bir söz. Ne müthiş bir bilinç ve ruhsal sağlık belirtisi. Bugün kapalı, can sıkıcı bir hava var. Olsun, yaşıyoruz ya! Rüzgar, yağmur, fırtına var. Olsun, yaşıyoruz ya! Sevgimize, aşkımıza karşılık bulamadığımızdan aşırı derecede üzüntülüyüz. Olsun, yaşıyoruz ya! Bazı maddi sıkıntılarımız, sağlık problemlerimiz var. Olsun, yaşıyoruz ya! Arkadaşlarımızla, dostlarımızla uyumsuzluklarımız, gerginliklerimiz var. Ailevi sorunlarımız var. Olsun, yaşıyoruz ya! Bunlara benzer, insan olmamızdan ve yaşamamızdan kaynaklanan sıkıntılarımız, korkularımız, üzüntülerimiz yaşantımız boyunca hep var olacaktır. Bunlardan dolayı ne insan olmaktan vazgeçebiliriz ne de yaşamaktan. İnsan olmak harikulade, yaşıyor olmak ise çok güzel ve paha biçilemeyecek bir değer.
Bence; var olan sıkıntı, korku ve üzüntülerimize rağmen "Yaşıyoruz ya" deyip yaşama dört elle sarılalım. Bıkkınlık ve yeniklik göstermek, yaradılışı ve donanımıyla bir mucizevi yaratık olan biz insanlara yakışır mı? Yaşamı yaşamaktan korkmayalım. Riske girelim, düşelim kalkalım, hayata seyirci kalmayıp etkili bir şekilde yaşayalım. Bu tür algılama değişiklikleri ile de mutsuzluklarımızı mutluluğa dönüştürelim. Olsun "yaşıyoruz ya" diyebilmek dünyayı toz pembe görmek değildir. Toz pembe göremediğimiz dünyamızın, ruhsal sağlığımıza zarar vermemesi için gerçekçi ve rahatlatıcı bir yaklaşımdır sadece.
Aslında yaşadığımız bir çok sıkıntı, korku ve üzüntünün kaynağı dışımızdaki gelişmeler değil, biziz. İçinde bulunduğumuz fiziksel, ruhsal durumumuzun etkisiyle dünyayı olduğu gibi değil de, baktığımız gibi görmekteyiz, değerlendirmekteyiz. Yarım saat önce dünyayı sıkıcı, yaşanılmaz bir yer olarak görüyorken, durumumuzda fazla bir şey değişmediği halde yarım saat sonra yaşama sevinciyle dolu olarak dünyayı kucaklamak isteriz. Yağışlı havayı biz kötü ve sıkıcı diye nitelendirirken, bir başkası böyle bir havayı sevinçle karşılayabilir. Belki de başka bir zaman yağışlı hava bize hoş gelmiş olabilir. Bunlar da bize karşılaştığımız olaylara başka bakış açılarıyla bakıp değerlendirebileceğimizi göstermektedir. Yaşanan olaylar aynı da olsa, üzerimizde bıraktığı etkiler farklı olabilmektedir.
Öyleyse gelin, karşılaştığımız olayların, ruhsal dengemiz ve sağlığımıza olumsuz etkilerini bilinçli olarak azaltmaya çalışalım. Çözüm bulamadığımız ve etki alanımızın dışında olan bizi üzen, sıkıntılara sokan olay ve gelişmelerle karşılaştığımızda, olsun "yaşıyoruz ya" diyelim.

Yaşantımızda Denge

YAŞANTIMIZDA DENGE

Yaşantımızda denge, hem bizim hem de çevremizdeki insanların mutluluk ve huzuru için önemli bir kavram olup, yaşantımızda yer alan her şeye önemiyle orantılı olarak zaman ayırmaktır. Aslında biz insanlar genellikle mal, para, makam, şöhret gibi dış başarılar ile kişisel tutku ve zevklerimize çok fazla zaman ayırdığımız halde, sevdiğimizi söylediğimiz eşimize, çocuklarımıza, dost ve arkadaşlarımıza, akrabalarımıza az zaman ayırırız. Hem kendimizi yalnızlığa ve mutsuzluğa mahkum ederiz, hem de sevdiklerimize haksızlık etmiş oluruz. Dış başarılar bize iç huzuru ve mutluluğu sağlayamaz. Nice büyük maddi kazançları sağlamış insanlar yaşantılarında bu dengeyi gözetmedikleri için dostsuz kalmışlar, bunalıma düşmüşler ve çareyi intiharda arayanlar bile olmuştur. Çünkü hiçbir maddi kazanç ve diğer dış başarılar, insan olarak ihtiyaç duyduğumuz yakınlığın, dostluğun, sevmenin, sevilmenin yerini tutamazlar.
Gelin, kendi elimizle kendimizi kuruyan bir dala dönüştürmeyelim. Güzellikleri çevremizden birer birer uzaklaştırmayalım. İşimize gerekli zamanı ayırmanın yanında kendimize, sevdiklerimize, eşimize, dostumuza da yeterli zamanı ayıralım. Eşimizle, çocuklarımızla el ele, gönül gönüle vakit geçirelim. Onlarla parka, sinemaya, maça, pikniğe, tiyatroya ....vb yerlere giderek hem eğlenmelerini hem de gelişmelerini sağlayalım. Konuşalım onlarla. Sohbetler yapalım. Şakalaşalım, esprilerle gerginliklerini giderelim. Kısacası insan olarak hepimizin ihtiyacı olan nitelikli beraberlikler yaşayarak mutluluğu tadalım, tattıralım.
Zaman ayırmak ve emek vermek sevdiğimizin, ilgilendiğimizin göstergesidir. Günde 5-10 dakikamızı ayırmadığımız çocuğumuza sevdiğimizi söylesek inandırıcı olur mu? Aslında hayat o kadar kısa ve çocuklarımız o kadar hızlı büyüyorlar ki, büyüdüklerinin farkında bile olamıyoruz. Yaşantımızda onlara ayıracak nitelikli zamanı mutlaka bulalım. Diğer yandan dostlarımıza, akrabalarımıza, komşularımıza, arkadaşlarımıza ve çevremizdeki diğer tüm canlılara da zaman ayırarak yaşantımızda yer verelim. Onlar olmadan hayatımızın anlamsız ve renksiz olacağını unutmayalım.
Ne güzel olurdu, yaşantımızın düzene girmesi bizim kendimizden ve çevremizden, çevremizin de bizden hoşnut olması için yaşantımızda dengeye özen gösterebilseydik. Bazı bencilliklerimizden sıyrılarak işimize, ailemize, kendimize, dost ve arkadaşlarımıza, akrabalarımıza, çevremize gerekli ve yeterli zamanı ayırabilseydik. Başarıya ve mutluluğa birlikte erişebilseydik. Kısacası “hayatımızı anlamlandırıp, farkında olarak yaşayabilseydik.”

Yanlış Duvar

YANLIŞ DUVAR

Bir adam hayatı boyunca duvara yasladığı merdivenin tepesine ulaşmak için mücadele eder ve sonunda bunu başarır. Tepeye vardığında anlar ki, merdiveni yanlış duvara yaslamıştır.
Bu; bir insan için ne üzücü bir durumdur. Hiçbirimiz yaşantımızda böyle bir sonuçla karşılaşmak istemeyiz. Nasıl isteyelim ki; bizi doğru yere götüreceğini umduğumuz hayat merdivenimizin basamaklarını bin bir zahmetle adım adım çıkmışken, vardığımız yerin varmak istediğimiz yer olmadığını anlıyoruz. Bu durumda kendimizi doğrunun, iyinin, güzelin ve özlemlerimizin çok uzaklarına düşmüş olarak buluyoruz.
Halbuki biz; hayat merdivenimizin basamaklarını çıkarken o tepede sevineceğimizi, ödülleri toplayacağımızı, başarımızı kutlayacağımızı ummuş, merdivenin tepesinden aşağıya bakıp kendimizle gurur duyacağımızı ve yaşantımızın amacı olun mutluluğu yakalayacağımızı düşlemişizdir.
Öyle de; bütün bunları ancak merdivenimizin dayalı olduğu duvarın “doğru duvar” olması halinde yaşayabiliriz. Eğer; merdivenimizi “yanlış duvara” yaslamış isek, tepeye vardığımızda ne yazık ki, yazının başındaki adam gibi büyük bir yıkıma uğrarız. Elbette bu noktadaki hüsranımız, pişmanlığımız fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Ne yazık ki çoğumuz, ömrümüz boyunca çalışır, çabalar hayat merdivenimizin tepesine öyle ya da böyle çıkarız. Bir de görürüz ki merdivenimizi “yanlış duvara” yaslamışızdır.
Ben; kendimden çevremdeki, insanlardan ve okuduklarımdan fark ettiğim bazı yanlış duvarları yazmaya çalışacağım. Umarım sizler de bunlara kendinizden ve çevrenizdekilerden gözlemlediğiniz yanlış duvarları ekleyeceksinizdir.
Yıllar önce okuduğum bir üzücü haberde, üst rütbeli bir subay emekli olduktan birkaç ay sonra intihar etmişti. Yapılan araştırmalar sonunda intihar nedeni olarak büyük olasılıkla subayın, iş yaşamını yaşantısının tek gayesi olarak görmesi ve iş yaşamı dışında insan olarak ihtiyacımız olan dostluk, arkadaşlık ve diğer uğraşlara önem vermemesi neticesinde yalnızlık çekmesi ve bu nedenle yeni hayata adapte olamaması gösterilmişti. Bence bu zat, hayat merdivenini yanlış duvara dayamıştı ve etrafını daha iyi görüp, bulunduğu yeri daha iyi değerlendirdiği o tepede aradığı mutluluğu bulamamış ve bunalıma girmişti. İşte;
- İşimizi yaşamımızın bir parçası olmaktan çıkartıp, yaşamımızın tek gayesi haline getirmemiz ve insan olarak ihtiyacımız olan diğer güzelliklere zaman ayırmamamız, yer vermememiz “yanlış duvar”dır.
- Bencillik, cimrilik, hasetlik, kincilik “yanlış duvar”dır.
- Kendimize ve çevremize zarar veren aşırı hırs ve kazanmak uğruna her şeyi mubah saymak “yanlış duvar”dır.
- Makam, mevki, ve dünya malı için onurunu ve kişiliğini kaybetmeyi kabullenmek “yanlış duvar”dır.
-Eşsiz, dostsuz, sevgisiz ve aşksız yaşamayı benimsemek “yanlış duvar”dır.
-Başka yetişkinlerin üstesinden gelebileceği sorumluluğu onların yerine üstlenmek “yanlış duvar”dır.
- Kendimize zaman ayırmadan, kendimizi özel ve güzel hissetmeden yaşamayı seçmemiz “yanlış duvar”dır.
- Neşesiz, eğlencesiz, coşkusuz yaşamak “yanlış duvar”dır.
-Çevremizdeki ve maiyetinizdeki insanları kırıp, dökmek, onları önemsememek ve hakir görmek “yanlış duvar”dır.
- Kavgacılık, azgınlık, geçimsizlik gibi kötü huylarımızı sürdürmek “yanlış duvar” dır.





- Ne olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi düşünmeden yani yaradılış gayemizi sorgulamadan ve gereğini yerine getirmeden yaşamamız “yanlış duvar” dır.
-Sahip olduğumuz zamanımızı ve diğer maddi varlığımızı “Benim için daha önemli olan ne?” sorusunu sormadan, doğru sıralamayı yapmadan ve gerekli dengeyi kurmadan yaşamamız “yanlış duvar” dır.
Hepimizin yaşamında bu ve bunlara benzer onlarca “yanlış duvar” var. Ve bizler belki de farkında olmadan her gün bu duvarlara dayalı merdivenlerimize çıkmaya devam ediyoruz. Duvarlarımız yanlış olunca merdiveni çıkarken de çıktıktan sonra da arzu ettiğimiz güzellikleri ve mutlulukları yaşayamıyoruz. Eğer; merdivenimiz doğru duvara yaslanmış olsaydı, attığımız her adımda neşe, mutluluk, hafiflik ve diğer bütün güzel duygularla dolu olarak insanlarla yakınlıklar kuracak ve iş birliği içinde olacaktık.
Öyleyse gelin; yaşamımızın ana gayesi olan mutluluğu yakalayabilmek için yanlış duvarımızı fark edelim ve hayat merdivenimizi insan olmamızın onuruna, şerefine ve erdemine yakışan doğru duvarlara yaslayalım
Unutmayalım; hayat merdivenimizi doğru duvara yaslamışsak; attığımız her adımda, çıktığımız her basamakta neşe, mutluluk, hafiflik ve diğer bütün güzel duygularla dolu olacağızdır. Merdivenin tepesinde ise sevinçler, ödüller, kutlamalar, kendimizle gurur duymalar ve mutluluklar bizleri beklemektedir.
Ne mutlu, hayat merdivenini doğru duvarlara yaslayarak insanlık erdeminin doruklarına tırmanabilenlere.

Varlarımızı Görmek

“VARLARIMIZI GÖRMEK”

Sizlere bir kıssadan hisse aktararak yazıma başlamak istiyorum.
Adamın birisi bitkin ve üzgün bir şekilde psikologa gider ve çok kötü bir durumda olduğunu, büyük bir yıkım yaşadığını söyler. Psikolog, adamın rahatlaması için bir süre onun konuşmalarını can kulağıyla dinler. Tabi ki, konuşmaların bütünü yakınmadır ve adeta dünyanın sonu gelmiştir. Bir süre sonra yakınmalardan fırsat bulabilen psikolog, “Galiba çok yakında eşiniz vefat etti” der. Adam “Hayır. Eşim sağ ve sağlıklı” der.
Psikolog bu defa, “Galiba eviniz yandı ve hiçbir şeyinizi kurtaramadınız.” der. Adam yine “Hayır. Evim de eşyalarım da yanmadı.” der.
Psikolog yeniden, “Galiba sizin bana anlatmadığınız çok büyük bir sağlık probleminiz var. Gözünüzün görmemesi, ayaklarınızın yürümemesi veya çaresiz bir hastalık gibi” der.
Adam canlı bir şekilde ayağa kalkar ve “Hayır, sağlıklıyım. Gözüm görüyor, ayaklarım da yürüyor. Nereden çıkarıyorsun bütün bunları. Yok karım ölmüş, yok evim yanmış, yok çaresiz derde düşmüşüm.”
Psikolog adama, “Fakat siz bana her şeyimi kaybettim, çok kötü bir durumdayım” demediniz mi? Durum çok geçmeden anlaşılır. Adam yaptığı ek yatırımdan olumlu sonuç alamamış ve bunu her şeyin önüne koyduğu için bunalıma girmiştir. Şimdi ise gerçeği daha iyi görebiliyor idi. İyi gitmeyen işlerine, bazı ciddi sorunlarına, hatta bazı yoklarına, kayıplarına ve acılarına karşı hala birçok değerli ve önemli varlara sahipti. Adamın gözleri parlar, içi sevinçle dolar ve “Meğer ben ne kadar budalaymışım. Varlarımın kıymetini bilmiyormuşum” der ve psikologun kendisinin varları ile ilgili not tuttuğu kağıdı önüne alarak eklemeye devam eder.
-Yaşıyorum.
-Sağlıklı nefes alıp veriyorum.
-Kimseye muhtaç değilim.
-Ailem, evim, yuvam var.
-Arkadaşlarım ve dostlarım var.
-Aklım var.
-Çalışma gücüm var.
-İşim var.
-
-
Bu adam sizce listeyi ne kadar uzatabilir? Bence, sayfalarca uzatabilir. Ben buna “varlarımızı görmek” diyorum. Aslında, bizler de yukarıdakilere benzer yüzlerce varlara sahibiz. Fakat, biz insanlar genellikle yoklarımızı ve sorunlarımızı öncelikli olarak görüp, abartarak moralimizi bozar ve ruhsal sağlığımızı tehlikeye atarız. Ne yazık ki hayat adil değildir ve her zaman da istediğimiz gibi gitmemektedir. İnişli çıkışlı, tatlı ve acı sürprizlerle doludur. Belki de böyle olması doğru ve güzeldir. Kısacası hayat, terazinin iki kefesi gibidir. Bir kefesinde korkular, endişeler, sıkıntılar, olumsuzluklar, başarısızlıklar ... gibi bizleri üzen ve hayattan tat almamızı azaltan olaylar ve sorunlar yer alıyorken, diğer kefede sevinçler, umutlar, güzellikler, iyilikler, yardımlaşmalar, başarılar... gibi bizlere yaşama sevinci ve hazzı veren olaylar yer alır. İşte, bedenen ve ruhen sağlıklı ve dolayısıyla mutlu olabilmek için bu iki kefeyi en azından dengelememiz gerekmektedir. Zira, sürekli olarak olumsuzlukların bulunduğu kefe ağır gelirse hayatımız çekilmez ve bezdirici olabilir. Bu durum bizim coşkumuzu ve yaşama sevincimizi yok eder. Bunu bildiğimiz halde, çoğumuz bizleri üzen olumsuz gerçeklerden çok daha fazlasını suni olarak üreterek bu kefeyi alabildiğince ağırlaştırırız. Olur olmaz şeyleri dert eder, gerçekleşme olasılığı belki de hiç olmayan hayali sorunlar üretir, sonra onların meydana getirdiği korku, endişe ve strese yenik düşeriz.
Gerçek ya da hayali olan sıkıntılarla ağırlaştırdığımız bu kefenin karşısındaki diğer kefeye, doğru ve güzel öyle değerler ekleyebilmeliyiz ki; ruhsal dengemizi koruyarak ve hayattan lezzet alarak yaşayabilelim. Bu kefeye ekleyebileceğimiz en güzel ve en ağırlıklı değerlerimiz varlarımızdır. Varlarımızı görelim ve bu kefeye ekleyelim. Her karşılaştığımız yokluk, olumsuzluk, sıkıntı ve bunalımlarımız da ara sıra başımızı diğer kefeye çevirerek güzellikleri, mutlulukları ve varlarımızı da görelim.
Böylelikle sorunlarımızın ve yoklarımızın daha küçük, varlarımızın ve dolayısıyla sorunları aşacak gücümüzün daha fazla olduğunu göreceğiz. İnsan olarak yaratılmış olmamız, var olan ve hiçbir maddi değerle değişmeyeceğimiz aklımız, hafızamız, düşünce gücümüz, duygularımız, gören gözümüz, yürüyen ayaklarımız, duyan kulaklarımız, tutan elimiz...gibi yüzlerce değerlerimiz sizce önemsiz midir? Kim iki gözünü kaça verir? Sağlıklı çocuklarını kim neyle değiştirir? Kişilere göre değişmekle birlikte sahip olduğumuz evimizin, eşimizin, işimizin, eşyalarımızın, dostlarımızın, sevdiklerimizin maddi ve manevi değerleri ne kadardır dersiniz.? Çoğu zaman farkında bile olmadığımız sağlıklı nefes alıp vermemiz, ihtiyacımıza ve keyfimize göre yutkunabilmemiz sizce önemli varlarımız değil midir? Bize ısı, ışık ve canlılık verebilmek için durmadan, bıkıp usanmadan yanıp tutuşan güneşe ne dersiniz? Güneşin bu şekliyle orada bulunması ve görevine devam etmesi ücretli olsaydı, bunun için nelerimizi vermezdik? Ben, benim güneşimin bu şekliyle görev yapması için dünya benim olsa tümünü verirdim. Ya dünyamızın etrafında raks ederek dönüp duran, bir gece lambası gibi dünyamızı aydınlatan ay ve onun bu çabasına destek veren milyonlarca yıldızın yerlerinde durması için neler vermezdik? Onlarsız hüzün ve kederimizi dağıttığımız mehtabımız olur muydu? Elbette olmazdı. İşte bu ve bunlara benzer farkında olmadığımız ve bir değer belirlemediğimiz, belki de belirleyemeyeceğimiz paha biçilmez “Varlarımız var.” Evet, farkında olmadığımız çok şeyimiz var.
Ben, ülkemizin maddi olarak en varlıklı ailelerinden birinin sahip oldukları çocuklarının zihinsel ve fiziksel özürlü olmasından dolayı yaşadıkları üzüntü ve ızdırabı kendi sözlerinden ve yüzlerindeki ifadeden anladıktan sonra kendi adıma varlarımı daha iyi görmeye başladım. Zira, bu aile çocuklarının normal bir insan olması için çok şeylerini vereceklerini söylüyorlardı. Bence bu çok şey, belki de tüm servetleriydi. Çok şükür benim akıllı, fiziken ve ruhen sağlıklı 3 çocuğum var. Sırf bundan dolayı ne kadar varlıklı olduğumu size bırakıyorum. Ben kendi mutluluğumu arttırmak ve ruhsal dengemi sağlamlaştırmak için sık sık varlarımı sayarım. Bu yolla, dağ gibi varlarımın karşısında, aslında birer küçük tepecik gibi duran sorunlarımı, yoklarımı ve karşılaştığım olumsuzlukları ümitsizliğe düşmeden aşabilme gücünü kendimde bulurum. Sanırım şu söz bize çok şey söylüyor. “Kederliydim. Çünkü ayakkabım yoktu. Ayakları olmayan birine rastlayana kadar” Evet, ayakkabılarımızın olmadığını gördüğümüz kadar, ayaklarımızın olduğunu da lütfen görelim. Bu kendimizi kandırmak, Polyanna’cılık oynamak değildir. Bu gerçekte var olan “varlarımızı görmektir.” Elbette, bazı ihtiyaçlarımızın eksikliğini duyduğumuzda ve bunu karşılayamadığımızda üzülmemiz doğaldır. Ancak doğal olmayan, olumsuzluğu veya yoklarımızı hayatımızın akışını etkilediğinden daha fazla bir şekilde abartmamız ve orantısız olarak mutsuzluk kefesini ağırlaştırmamızdır.
Öyleyse gelin; yaşadığımız büyülü ve muhteşem dünyanın ve diğer hizmetimize verilenlerin, insanlığımızın, buna bağlı olarak bahşedilmiş diğer değerlerimizin, kendi çabamızla elde ettiklerimizin hülasa tüm varlarımızın farkında olarak yaşayalım. Her gün bir an durup, varlarımızın neler olduğunu yeniden düşünelim. Sorunlarla birlikte güzellikleri de, yoklarımızla birlikte varlarımızı da görelim. Toza toprağa karışmadan önce en azından hayatımızın varlığını görelim.

Şimdiyi Yaşamak

ŞİMDİYİ YAŞAMAK

Biz insanlar çoğunlukla şimdiyi, şu anı pek fazla yaşamıyoruz. Ya geçmişte yaşıyoruz, ya da gelecekte. Bundan dolayı hayattan lezzet alamıyoruz, coşkulu ve anlamlı ilişkiler kuramıyoruz. Aslında geçmişe dönüp, ona tekrar hükmetmemiz mümkün değildir. Geçmişten sadece dersler çıkarabiliriz. Şu anımızı yaşarken bunlardan yararlanabiliriz. Fakat geçmişte yaşayamayız. Geçmişte takılıp kalırsak yaşamı hep geriden takip ederiz. Gelecek ise belirsizdir ve sürprizlerle doludur. Yaşadıkça ne tür sürprizlerle karşılaşacağımızı bilemiyoruz. Geleceğimizi, geçmişten edindiğimiz tecrübelerimizle ve şu anımızı iyi değerlendirerek şekillendirmeye çalışabiliriz. Hedefler belirleyip, planlar yapabiliriz. Yine de gelecek her şeyi ile bizim hükmümüz altında değildir. Hedeflerimiz ve planlarımız her an büyük ölçüde şaşabilir, bozulabilir. Kısacası, geçmişe hükmedemediğimiz gibi, geleceği de şu anda tam olarak belirleyemiyoruz. Hatta geleceği yaşayıp yaşayamayacağımızı dahi tam olarak bilemiyoruz.
Ama ya şimdiyi, şu anı yaşamak öyle mi? Bizim olan ve değerlendirme şeklimize hiç itiraz etmeyen şu muhteşem anı iyi yaşayarak, İyi değerlendirerek hayatın sürprizlerini beklemek yerine biz hayata sürprizler sunabiliriz.
Nasıl mı? "Yaşanılan her an tektir ve bir daha yaşanılmayacaktır" düşüncesini benimseyerek yapabiliriz bunu. Ne müthiş bir bilinç değil mi? Aslında yaşadığımız şu anı, bir daha bu şeklimizle, bu duygularımızla, bu ortamda tekrar yaşamamız mümkün mü?
Öyleyse gelin; şu anımızı iyi yaşayalım. Şu an aldığımız nefesin farkına varalım. Eşimizle, çocuğumuzla, arkadaşlarımızla, kısacası tüm insanlarla birlikte yaşadığımız şu muhteşem anın farkında olalım. Şu anı yaşıyor olmamızın sevincini ve mutluluğunu paylaşalım. Eşimizi şimdi sevindirelim. Çocuklarımızla yaşına ve gelişmelerine göre şimdi ilgilenelim. Onları kucaklayalım, öpelim, sevelim. Vakit ayıralım onlara. Parka, eğlenceye küçücük ellerinden tutarak şimdi götürelim. Zira sonra çok geç olabilir. Ya o sonra hiç gelmeyebilir, ya da onlar çabucak büyüyerek ellerini bize vermek istemeyebilirler. Sevdiklerimize onları sevdiğinizi şimdi söyleyelim. Sevdiğinize gülü şimdi verelim. Ona "Sen olmasan hayatım anlamsız olurdu. Benim için önemlisin" demenin zamanı şimdidir. Üzülmenin, ağlamanın, sevinmenin kısacası duyguların yaşanacağı an şimdidir. Bunları sonraya bırakmayalım. Çünkü o sonra hiç olmayabilir, hiç yaşanmayabilir.
Dünyanın ve yaşamanın güzel olduğunun farkına şimdi varalım, öleceğimiz zaman değil. Zaten, şimdiyi yaşamak yaşamı farkında ve bilinçli olarak yaşamaktır. Tersi ise ne kötü! Ölüm anında hiç yaşamadığımızın farkına varmak. Evet, böyle bir duruma düşmemek için, şimdiyi doya doya yaşayalım. Başkaları ne der den birazcık kurtulup, kendimizi yaşayalım.

Sevgi

SEVGİ

Sevgi, insan olarak çok özlemini duyduğumuz bir duygudur. Birleştirici, iyiliğe yönlendirici ve gönüllü davranış değiştiricisidir. Kullanıldıkça eksilmeyen bir enerjidir. Hepimizin içerisinde bu sevgi enerjisi mutlaka vardır. Ancak bazılarımız bunu açığa çıkarabiliyorken, bazılarımız kalın duvarlar arkasında saklıyor. Kendisi bile bu sevginin farkında olamıyor. Çevresindeki insanlar da onları sevgisiz olarak nitelendiriyorlar. Ne kötü bir niteleme. Sanırım hiçbirimiz bu durumda olmak istemeyiz. İçimizdeki sevgi enerjisini serbest bırakabilirsek bu duruma düşmediğimiz gibi, gideceğimiz yere bizden önce ulaşarak kapıları ve gönülleri bize açar.
Sevgi öncelikle ailede öğrenilir. Sıcak ve şefkatli bir kucaklama, ipek yumuşaklığında bir sesleniş, beğeni dolu bir bakış, samimi bir övgü, içten bir gülümseme ve başını okşama çocuğun içine filizlenmek üzere attığımız sevgi tohumlarıdır.
Sevgi; yüreğin titremesidir, coşku duymasıdır. Çiçeğe dökülen bir damla su, kedi yavrusuna ikram edilen bir kaşık süttür. Acımadır, yardımdır, iyiliktir. Hoşgörüdür, iş birliğidir, sabırdır, zaman ayırmadır. Emektir, cömertliktir, bağlılıktır, ilgidir, güvendir. Karşıdakinin kişiliğini değiştirmeden olduğu gibi kabullenmedir, kendi dahil her şeyi kucaklama isteğidir, gönlünü herkese açık tutmadır.
“Birbirinizi sevin” ilahi emri binlerce yıldır bizlere yol göstermektedir. Aslında birçok şeyi hevesle seven insanlar için cennet, bu dünyanın kendisidir. Ne güzel değil mi? Hem bu hayatta cenneti yaşamak, hem de ilahi emre uyduğumuz için öbür dünyada cenneti elde edebilmek.
Bütün bunlara rağmen bize sevgilerini kolaylıkla sunanlardan hemen kuşkulanırız. Onları art niyetli olarak düşünürüz. Çünkü toplumumuzda sevgi değil, sevgisizlik ve şiddet daha belirgindir. Bundan dolayı, yaşantımızda önemli bir eksiğimizin “sevgi” olduğunu düşünüyorum. Gerçekten sevildiğimizi nasıl anlayacağız derseniz, seven insanlar, bizim biz olmamızı isterler. Bağımsız ve özgür olmamızı isterler. Boyun eğici ve korku içinde olmamızı istemezler. İhtiyaç duyduğumuzda yanımızda olurlar. Başarımıza sevinirler, kusurlarımıza hoşgörü ile yaklaşırlar.
Evet, yalnız insanlar değil, tüm canlılar sevgiden olumlu yönde etkilenirler. Sevgileri ve ilgileri ile bize kendimizi özel biri gibi hissettiren kimseler için dağları deviririz. Bundan dolayı nefret ederimi değil, severimi çok kullanalım. Sevmek için sevelim, karşılığında sevilmek şartıyla değil. Unutmayalım, seveceğimiz herbir kişi, bizi binlerce başka sevgiye ulaştırır.
Gelin hemen şimdi başka insanlara ulaşalım. Sevgimizi niyetimizin saflığı içinde iletelim. Özellikle de ailemizde sevgi ortamını mutlaka oluşturalım. Böylelikle yaşantımızda eksik olan sevgiye dönelim. Sevgi alamadığım için veremiyorum şartlanmasından kendimizi kurtaralım. Zira sevgi her yaşta öğrenilebilir, alınabilir, verilebilir. Sevmeyi öğrenebilmişsek, bu çok şeydir ve yaşantımızda her zaman her şeye yeniden başlayabilecek gücü kendimizde bulabiliriz. Sözün özü, hayatı ya seven sevilen ya da yenik ve mutsuz kişiler olarak yaşamak seçimini yapalım. Bence, hep birlikte güzelde, doğruda yani sevgide buluşalım.

Seçenek

SEÇENEK

“Seçeneksiz ve seçimsiz bütün kararlar ve uygulamalar tehlikelidir”
MONTAIGNE
Bize ait ve bir kez yaşanacak olan yaşamımızdan tat alabilmemiz, daha az pişmanlıklar duymamız ve “keşke” lerimizin az olması ancak her alanında kendi seçimlerimizi yapmamıza bağlıdır. Seçimlerimizdeki hata payını azaltmamız ise ancak seçenekler üretebilmemiz ve içlerinden bize göre en doğru olanı seçmemizle mümkündür. Zaten seçenekler içinden yapılmamış bir seçim, seçim de değildir. “Karşılaştığım bir sorunu daha güzel nasıl çözerim” düşüncesi ve isteği bizi seçenekler bulmaya yöneltir. Karşılaştığımız her sorunun birden fazla çözümü olabileceği gibi günlük ilişkilerde sergilediğimiz söz, tavır ve davranışlarımızın daha iyisi, daha güzeli de mutlaka vardır. Evet, seçenekler üreterek sorunlarımıza daha güzel çözümler bulabilir; söz, tavır ve davranışlarımızı daha iyi hale getirebiliriz.
Bizler sorunlarımızın çözümünde ve ilişkilerimizde genellikle alışılagelmiş, kalıplanmış ya da o an aklımıza gelen ilk çözümü uyguluyoruz. Yani, seçenekler içinden bir seçim yapmıyoruz. Tabi ki bu durumda daha fazla hata yapıyor ve belki de telafisi mümkün olmayan durumlara düşüyoruz. Halbuki karşılaştığımız her sorunun birden fazla çözüm yolunun olabileceğini kabul ediyoruz. Buna rağmen; tek yolcu bir yaklaşımla, tek bakış açısıyla ya da kaderci ve teslimiyetçi bir anlayışla hareket ettiğimizden bu çözüm yollarından bir çoğunu göremiyoruz. “Hiç seçeneğim yok” ya da “başka seçeneğim yok” diye düşünüyoruz. Daha da kötüsü diğer insanların da söz, tutum ve davranışlarında seçenekler üretebileceklerini ve içlerinden birini seçebileceklerini pek kabullenmiyoruz. Onların da bizim gibi şartlanmış, kalıplanmış söz, tutum ve davranışları sergilemelerini istiyoruz.
Öyle ki, bir fizik yazılısında öğrencilerine “Barometre yardımıyla bir binanın yüksekliğini nasıl ölçeriz?” diye soran öğretmenin kendi kafasındaki tek yanıt dışında verilen bir çok doğru yanıtı yanlış sayması gibi, biz de çoğu zaman çevremizdekilerin farklı davranış ve tercihler yapmalarını tek yolcu bir yaklaşımla kabul etmiyoruz
Fizik öğretmeni gibi düşünmeyen bir baba ise çocuğunu şehre hakim bir tepeye çıkartarak aşağıdaki yolları gösterir ve “Gideceğimiz yere bizi götüren birden çok yol olduğu gibi, sorunlarımızın çözümünde de birden çok yol vardır.” der. Tabi ki bize düşen bu yolların varlığını bilerek onların içinden bizim için daha doğru olan seçimi yapabilmektir.
Evet, sorunlarımızın çözümü için farklı seçeneklere sahibizdir. Bunları görebilmek için ise sakinliğe ve esnek bir zihin yapısına ihtiyacımız vardır. Erkek arkadaşından sabırsızlık içinde beklediği telefon bir türlü gelmeyen kız, aklına gelen ilk çözümü uygular ve banyoya giderek bileklerini keser. Neden? Çünkü O, ne yazık ki “başka seçeneğim yok” diye düşünmektedir. Halbuki bu durumda daha iyi neticeler vereceği kesin olan onlarca başka seçenek üretmek mümkündür. Ama O, şartlandığından ve bu durumda zihin esnekliğini ve sakinliğini yitirdiğinden bu seçenekleri görecek durumda değildir. Ne yazık ki bizler de yaşantımızda bir olumsuzlukla karşılaştığımız zaman hemen telaşa kapılır, kendimizi kapana sıkışmış gibi hisseder ve bizi daha güzel sonuçlara götürecek seçenekleri göremeyiz. İçinde bulunduğumuz ruh halimizle belki de en kötü çözüm yolunu uygulamaya koyarız. Çevremizde nicelerini biliriz ki, sakinliklerini ve zihin esnekliklerini kaybettiklerinden seçenek üretmemişler ve incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerden dolayı intihar etmişler, katil olmuşlar ya da telafisi mümkün olmayan bir yola girmişlerdir.
Karşılaştığı durumlar karşısında sakinliklerini ve zihinsel esnekliklerini koruyabilen kişiler ise, seçenekler üreterek içlerinden daha doğruyu uygulayabilirler ve böylelikle de olumsuzu-olumluya, kavgayı-barışa, mutsuzluğu-mutluluğa dönüştürebilirler. Zira, “Sakinlik” bize seçenekler üretme zamanını tanır.
Bu anlamda yaşanmış iki olayı ve kahramanlarının seçimlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir iş yerinde yönetici olan Baş Mühendis işin gereği olarak bir işçisinin vardiyasını değiştirir. Vardiyası değişen işçi olayı yanlış yorumlayarak sinirli bir şekilde Baş Mühendisin odasına girer ve kendisine haksızlık edildiğini, kasıtlı davranıldığını, cezalandırıldığını, v.b. şeyleri kavgacı bir üslupla söylemeye başlar. Baş Mühendis sakinliğini yitirmeden işçisinin hezeyanını dinler ve ona samimi bir şekilde: “Hele otur bir kahve içelim de bunları konuşuruz” der. Sonra da işçisine vardiya değişikliğinin gerekliliğini ve bu değişiklikte de kendisini seçmesinin kasıt ya da cezalandırma değil, takdirden kaynaklandığını ve ileride kendisini vardiya sorumlusu yapmak istediğini söyler. İşçi, Baş Mühendisinin gerçekten iyi niyetle ve kendisini takdir ettiğinden dolayı vardiyasını değiştirdiğini anlar. Onunla ilgili olarak düşündüklerine ve söylediklerine pişmanlık duyarak mahcup bir şekilde oradan ayrılır. Bu noktada önemli soru şu: Baş Mühendisin işçisine karşı sergilediği ve aslında bir seçim olan bu davranışı dışında daha başka davranış seçenekleri yok muydu? Herkes kendine bu soruyu soracak olursa elbette çok farklı davranış seçeneklerinin olduğu ortaya çıkacaktır. Eğer bu seçenekleri hepimizin aklından geçtiği şekliyle sıralamaya koyacak olsak, sanırım işçiye daha yüksek ses tonuyla ve ondan daha hiddetli bir şekilde mukabele etmek birinci sırayı alırdı. Oysa, “Karşılaştığım bir sorunu daha güzel nasıl çözerim” diye bir amacımız varsa, böyle bir seçimin doğru olmayacağı ortadadır.
Sizlerle paylaşmak istediğim ikinci olayda ise; öğretmen ders anlatırken sınıfta bulunan bir öğrenci öğretmeni dinlemek yerine bir dergi karıştırmaktadır. Bu durumun farkına varan öğretmen böyle bir durumla karşılaşan birçok öğretmen gibi söz konusu olan öğrenciye kızmayı, hakaretler etmeyi içinden geçirir. Bir an durur ve seçiminin yanlış olduğunu düşünür. Bunun yerine diğer seçeneklerini gözden geçirir. Sonunda öğrencinin yanına giderek samimi bir ses tonuyla “Sanırım benim anlattıklarımdan daha önemli bir şeyler okuyorsun. Bunu yüksek sesle okursan arkadaşların da faydalanmış olur.”der. Öğrenci mahcup olur ve özür dileyerek okuduğu dergiyi kaldırır. Böyle bir olayla karşılaşan her öğretmenin farklı seçim yapıp farklı davranış sergilemesi gibi, aslında bizlerde günlük yaşantımızda karşılaştığımız olaylarda seçenekler içinden farklı seçimler yaparak farklı davranışlar sergiliyoruz. Aramızdaki farkı yaratan da zaten davranışlarımızı şekillendiren bu tür farklı seçimlerimizdir. Gördüğümüz gibi biraz sakin olup “başka seçeneğim var mı?” diye düşünmemiz bizi çok güzel sonuçlara ulaştırmaktadır.
Ancak bu seçimlerimizi yaparken bilge kişi Don Juan’ın şu güzel sözü de hatırımızda bulunursa belki verdiğimiz kararlardan daha az pişmanlık duyarız. “Üzerinde yürüdüğünüz yol milyonlarca yoldan sadece biridir. Bu yola girmeden iyice düşünün. Ama girdiğiniz yolun mutlaka yüreği olsun.”
Öyleyse gelin; kararlarımızın, uygulamalarımızın ve davranışlarımızın birer seçim olması için seçenekler üretelim. Tek yolcu bir yaklaşımla ve tek bakış açısıyla başarı şansımızı kendi elimizle azaltmayalım. Güzel olan ve bizi güzel yapacak olan seçimlerimizi kültürümüzden gelen kalıplarla değil de akıl, mantık, insani değerler ve yüreğimizin sesine kulak vererek yapalım. Her zaman için bizi güzel hedeflere götürecek başka yolların da var olduğunu bilelim ve bize ait olan yaşamımızın seçimlerinin kendi seçimlerimiz olmasına özen gösterelim. Unutmayalım; seçeneksiz ve seçimsiz bütün kararlar ve uygulamalar tehlikelidir.

Sakinlik

SAKİNLİK

Hepimiz çevremizle iyi ilişkiler kurabilmeyi ve bu ilişkileri sağlıklı olarak sürdürebilmeyi isteriz. Bu isteğimizi gerçekleştirmek, geliştirmek ve sürekli kılabilmek için en azından şu dört meziyetin kişiliğimizle bütünleşmiş olması gerektiğini düşünüyorum. Bunlar;
-Sakinlik
-Sevecenlik
-Sabır
-Saygı(İnsanlık onuruna)
Bu dört “S” i insan ilişkilerimizin temeline koyabilirsek eğer, birçok sorunu daha karşılaşmadan çözmüş oluruz. Bence bunlar iyi insan ilişkilerinin vazgeçilmezleridir. Ancak, bunlardan “Sakinlik” daha farklı bir konumdadır. Zira sakinlik; sevecenliği, sabrı ve saygıyı belirginleştirir, açığa çıkarır. Eğer bir insan sakin değilse, diğer üç meziyet de tehlikeye girer. Çünkü, aceleci, telaşlı ve ani tepki veren bir insanın sevecen, sabırlı ve saygılı olduğundan en azından şüpheye düşeriz. Bu duruma düşmemek için hepimizin samimi olarak istediğini bildiğim iyi ve kalıcı insan ilişkileri kurma çabamızın temeline öncelikle “sakinliği” mutlaka koyalım.
Aceleci, telaşlı ve tepkici bir tutumla yaptığımız bütün işlerde düşünceye az, eyleme çok pay ayırdığımızdan, gerekli adımları yerli yerince atamayız, uygun yöntemleri kullanamayız ve sağlıklı neticelere ulaşamayız. Fakat yine de ani kararlar vermeyi, olaylara ani müdahaleler yapmayı ve kestirme neticeler almayı kişisel bir üstünlük olarak görürüz. Elbette yaşantımız içerisinde yerinde ve zamanında olmak kaydıyla ani kararlar ve müdahaleler yapmamız gereken durumlar olabilecektir. Ancak, bütün bir ömrü acil bir durummuş gibi yaşamak, çoğu zaman hayattan gerekli lezzeti almamak, kendimizi yıpratmak, sağı solu dağıtmak, çevremizdeki insanları kırmak ve gücendirmek demektir. Sakinliğin zıddı olan böyle bir yaşamla aslında ağzımızdaki lokmanın bile tadını çıkartamayız. Akşama kadar bir kez olsun nefes alıp verdiğimizin farkında dahi olamayız. Trafiği alt üst eder, telafisi mümkün olmayan can ve mal kayıplarına neden oluruz. Gün boyu başımızı bir kez olsun kaldırıp çevremizdeki güzellikleri, gökyüzünün maviliğini, güneşin parlaklığını kısacası dünyanın ve kainatın muhteşemliğini hiç mi hiç görmeyiz. Bütün bunların neticesinde hem birçok güzelliklerden mahrum olarak yaşarız hem de çoğunlukla önemli zaman ve diğer kayıplarla başa dönmek zorunda kalırız.
Sakinlik; esnek zihin yapımızın oluşmasına katkılar yaparak hayattan alacağımız tadı artırır, karar ve davranışlarımızdaki doğruluk payını yükseltir, ailemizle ve çevremizle ilişkilerimizi güzelleştirir, bize olan güveni pekiştirir. Ayrıca, olayları sakinlikle karşılayabilmenin sağlık açısından da faydalarını görürüz. Sakinliğin, özelikle kalp-damar hastalıkları ile yüksek tansiyon ve şeker hastalıklarında olumlu katkıları vardır. Kent yaşamının kargaşası içinde sakin olmayı ve kalmayı başarabilirsek, sinir hastalıklarına ve dolayısıyla ruhsal bunalım ve rahatsızlıklarına karşı da kendimizi korumuş oluruz. Sakinliğin zıddı olan acelecilik, telaşlı yaşam ve tepkisel tutumlar, gerginlik ve stres oluşturur. Bu da sinir sistemimizi alt üst eder. Bu durumda iken aldığımız kararlar, söz ve davranışlarımız bundan olumsuz olarak etkilenerek yaşantımızda ve ilişkilerimizde kötüye sarmal başlar. Davranışlarımızda ve kararlarımızda yanlışlarımız arttıkça kendimizle ve herkesle daha fazla didişme ve kavga ortamının içine sürükleniriz. Çoğunlukla da bunun farkında olmayız.
Aslında güzel olan; gürültülü etkisiz olmaktansa, sessiz sakin bir şekilde etkili olabilmektir. Bunun için de olur olmaz sinirlenmemeye çalışmak, başkalarının konuşma ve davranışlarından kolayca alınmamak, sevimsiz insanlar yüzünden moralimizi bozmamak, bazen boş vermek ve her şeyi kafamıza takmamayı öğrenmek, ilişkileri ince eleyip sık dokumamak ve karşımızdakinin her yaptığını analiz etmemek gerekir. Kabul edersiniz ki, karşımızdakinin saldırgan ve kırıcı davranışlarından alınmak çoğu zaman tercihimize bağlıdır. Karşımızdakinin olumsuz davranışların düzeltilebilmesi için mücadele edebiliriz. Ancak, biz de sakinliğimizi yitirip kavga ortamı oluşmasına katkı yaparsak her şey daha da içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Sakin insan saldırgan ve kavgacı olmaz. Yumuşak ve güzel huylu olur.
Unutmayalım, ciddi ve üzücü sorunlarımızla uğraşıyorken dahi, dimdik ayakta kalabilmemiz için başta “sakin” olmaya ihtiyacımız vardır. Bence sakinlik, sorunlar karşısında zihnimizi dağıtmadan, olayları daha da içinden çıkılmaz hale getirmeden, aklımızı kullanarak çözümlere ulaşabilmemizde en büyük paya sahiptir. Bize düşen ve doğru olan davranış şekli, olumsuzluklara ve kavgalara yol açan etki tepki düzeninden sıyrılarak sakince karşımızdakilerin düşüncelerini ve gerçek niyetlerini anlamak, dinlemek ve ona göre bize yakışan söz ve davranışlarda bulunmaktır. Zira, sözlerimizin ve davranışlarımızın sevindirme, birleştirme ve yapma güçleri olduğu gibi, üzme, nefret ettirme ve düşman kazandırma güçleri de vardır. İşte, söz ve davranışlarımızın olumlu güçlerinden yararlanabilmek ve olumsuzluklarından kaçınmak için de “sakin” olmamız gerekmektedir.
Öyleyse gelin, daha iyi ve kalıcı insan ilişkileri kurabilmek, söz ve davranışlarımızdan sık sık pişmanlık duymamak, hayattan alacağımız tadı arttırmak, sağlığımızı ve ruhsal dengemizi koruyabilmek için, bir sorunla karşılaştığımızda aceleci, telaşlı ve ani tepkilerle olayın üzerine gitmeyelim. Çünkü, çözümümüz büyük bir olasılıkla sağlıksız olacaktır. Bu durumda sakin olabilirsek eğer, daha sağlıklı çözümler üretebilme ve içerisinden daha doğru olanını seçme şansını yakalayabiliriz. Çünkü her sorunun birçok çözümü vardır. Çözümün en güzelini ve bize yakışanını bulabilmek için aklımızı iyi kullanmamız gerekir. Bu da ancak, ona birkaç saniyelik de olsa zaman tanımamızla, yani “sakin” olmamızla mümkündür.
Sakin düşünme, neden ve sonuçları değerlendirerek akılcı ve yapıcı çözümlere varmamızı sağlar. Acelecilikle düşünememe ise yanlışlıklara, gerginliklere ve sinir bozukluklarına yol açar. O nedenle bize “sakinlik” içerisinde iyi düşünüp, doğru kararlar vermek düşüyor.

Sabır

SABIR

Sabır; olgun bir insan olarak çevremizle iyi insan ilişkileri kurabilmek, geliştirebilmek ve devam ettirebilmek için gerekli olan sakinlik, sevecenlik ve saygı (insanlık onuruna) ile birlikte kişiliğimizle bütünleşmesi gereken meziyetlerden biridir. Diğerleri ile birlikte sabır meziyetini de ilişkilerimizin temeline koyabilirsek ve yerli yerinde yararlanabilirsek eğer, birçok sorunu daha karşılaşmadan çözmüş oluruz. Sabırlı olmamız veya sabırsız olmamız çevremizle ve kendimizle ilişkilerimizin iyi ya da kötü olmasını dolayısıyla mutlu ya da mutsuz olmamızı doğrudan etkilediği gibi, çoğu zaman hayatımızın akışını da değiştirebilmektedir. Zira, çevremiz sabredemediği için hem kendisinin hem de diğer insanların yaşantılarını alt üst eden, kalbini kıran, sık sık hata yapan ve yaptıklarından çoğu zaman pişmanlık duyan insanlarla doludur. Ne yazık ki; aslında çoğu zaman bizler de öyleyizdir. İşte sabır; karşılaştığımız sorunları daha büyük boyutta olumsuzluklara dönüştürmeden, bizim ve çevremizdekilerin lehinde olarak en uygun ve en güzel çözümlere ulaştırabilmemiz ve insan olarak diğer birçok sorumluluklarımızı yerine getirebilmemiz için gösterdiğimiz metanet ve tahammül gücümüzdür diyebiliriz.
Yaşantımızda sabır göstermemiz gereken durumlar pek çoktur. Çevremizdeki kişilerin yanlış söz ve davranışlarına, yokluk ve maddi sıkıntılara, eş ve çocuklarımızın istemediğimiz davranışlarına, çalışma hayatının zorluklarına, kişiliğimize, düşüncelerimize ve inançlarımıza yapılan baskılara, karşılaştığımız felaketlere, hastalıklara, ölüm ve benzer acılara, nefsimize hoş gelen fakat aslında hem kendimizin hem de çevremizin zararına olan helal dairesi dışındaki arzu ve isteklerimize, kötülükten uzaklaşma ve iyilikte ısrar etmede, süreklilik arz eden ve yerine getirmemiz gereken görev ve sorumluluklarımızda... Evet, görüldüğü gibi yaşantımızın her alanında ve her anında sabırlı olmaya ihtiyacımız vardır. Sabırlı olma bizi olumlu olmaya, ılımlı olmaya ve dolayısıyla hayattan lezzet almaya götürür. Sabır üzerine bugüne kadar çok şey söylenmiş, yazılmıştır. Kutsal kitabımızın birçok ayetinde sabır gösterenler övülmüş, sabırlı olma teşvik edilmiş ve “Allah sabredenlerle beraberdir” müjdesi verilmiştir.
Gerçekte hepimiz ruhsal dengemizi ve sinir sistemimizi alt üst eden ve gün geçtikçe daha da ağırlaşan maddi ve manevi sıkıntılar ve baskılar altında sabırlı olmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Onun için sabırsızlığın belirtileri olan acelecilikten, ani tepki vermekten, öfkeye kapılmaktan, zorluklar karşısında çabuk yıkılmaktan ve ümitsizliğe düşmekten, olayları ve sorunları dar zaman dilimiyle değerlendirerek isyan etmekten ve büyük yanlış ve hatalara saplanmaktan kurtulup, sabırlı olmanın belirtileri olan sakin, sevecen, hoşgörülü ve anlayışlı davranabilen, tepki yerine yanıt verebilen, karşılaşılan zorlukların yaşıyor olmamızdan dolayı var olduğunu, zaman içinde de bunların aşılabileceğini bilen ve umudunu yitirmeyen, olayları ve sorunları daha geniş pencereden değerlendirerek olumsuz gelişmelerin yanında olumlu gelişmeleri de görebilen ve yerli yerinde yani sabırla müdahale edebilen insan olmanın yollarını arıyoruz ve bunu canı gönülden gerçekleştirmek istiyoruz.
Bunu gerçekleştirmek zor, fakat mümkündür. Zor diyorum çünkü, çalışma odasında sabırla ilgili yazı yazıyorken, koridorda oynayan çocuklarının bağırtısını duyarak yanlarına koşan bir baba, küçük çocuğunun ağzının kanadığını görür görmez bunu büyük çocuğunun yaptığını düşünerek hışımla onun üzerine yürür ve onu cezalandırır. Halbuki, bir süre sonra olayın hiç de öyle olmadığı ve küçük çocuğun kendisinin düştüğü, büyüğün ise ona yardım etmek için çabaladığı ortaya çıkar. Bu da bize sabırla ilgili yazı yazmanın, söz söylemenin kolay olduğunu, ancak bir olayla karşılaştığımızda söz ve davranışlarımızla sabrı yansıtmamızın, anlayarak ve dinleyerek hareket etmemizin biraz zor, fakat çok daha önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Bence, sabırsızlıktan sabırlı olmaya giden yolda ilk adımımız sabırsız olduğumuzun bilincinde olmamız ve bunu kabul etmemiz olacaktır. Daha sonra ise insanlara, olaylara ve sorunlara bakış açımızı değiştirmemiz gerekecektir. Zira, sabrımızı taşıran bizleri sinirlendiren ve çileden çıkaran çoğu zaman insanlar, olaylar ve sorunlar değil bizim onlara bakış açımızdır. Bizim sabırsızlık göstererek başka olumsuzluklara yol açtığımız bir olayı, bir başkası bir tebessümle karşılayıp geçiştirebilir ve bu tavrı ile daha da iyi neticelere ulaşabilir. Olaylar karşısında düşünmeden, ani tepki vermek yerine, düşünerek söz ve davranışlarda bulunmamız bize sabırlı olma yolunda katkılar yapacaktır. Bunun için zaman zaman 20-30 dakikalık süreli sabır egzersizleri yapabiliriz. Bu süre içinde sabrımızı taşıran olaylarla karşılaştığımızda aklımızı duygularımızın önüne koyarak daha metanetli ve tahammüllü davranıp, daha güzel çözümlere ulaşmayı deneyebiliriz. Başardıkça daha uzun sürelerde bu çalışmayı sürdürerek sabrımızı genişletebiliriz. Çocuklarımızı çamura bastığı, televizyonun önünden geçtiği, biraz yüksek sesle oynadığı, sağa sola fazla koşturduğu, çağırdığımızda yanımıza geç geldiği ....gibi bir sürü konuda onların çocuk olduklarını unutarak sabırsızlık gösterir, tahammül edemez ve genellikle de ölçüsüz cezalandırırız. Sonra da döner pişman oluruz. İşte bu sabır egsersizlerini buna benzer durumlar başta olmak üzere günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylara karşı sabrımızın yetmemesi ve taşması sonucunda gösterdiğimiz ani tepkiyi yenmek, hiç değilse aza indirmek için yapabiliriz. Bizi sabırsız yapan, olur olmaz sabrımızı taşıran biraz da olaylara bakış açımızdır demiştik. Ayakkabıları çamur olarak okuldan eve dönen çocuğuna bir tokat atan arkadaşıma, “Onların bu halde eve gelecekleri belli bir dönem vardır. Sonra, sen istesen de çamura girmezler. Ama belki de ileride sen, onların ayakkabıları çamurlu da olsa yanına gelmelerini özlemle bekleyeceksin, isteyeceksin.” demiştim. Evet, birlikte yaşanılan her anın değerini bilmek ve çocuklarımızı sabırla, ilgiyle ve sevgiyle yetiştirmek durumundayız. İşyerimizde ve çevremizde yine kişilerin art niyetsiz olarak yaptıkları kusurlu davranış ve sözlerine sert ve kırıcı olarak değil de içinde bulundukları sıkıntı, üzüntü, korku ve bilgisizlik yüzünden böyle davranabileceklerini kabul ederek ve iyi ki ben bu durumda değilim diyerek bu durumdaki kişilere acımamız ve yardım etmeyi istememiz daha tahammüllü, yani sabırlı olmamızı sağlayacaktır. Bu hem bize yakışan bir davranış olur hem de daha doğruyu ve güzeli insanlarla birlikte bulma ve paylaşma şansımızı arttırır.
Sabrımızı arttırma yönünde atacağımız başka bir adım da yaşantımızda yer alan olumlu ya da olumsuz bütün olaylara daha geniş bir bakış açısı ile bakmamız yani resmin bütününü görmemizdir. Sabırsızlık genelde dar düşünmemizden, hayatı o anlıkmış gibi algılamamızdan da kaynaklanmaktadır. Halbuki, hayat geçmiş ve gelecekle birlikte uzun sayılabilecek bir zaman dilimidir. Eşimizle, çocuklarımızla, dost ve arkadaşlarımızla, çevremizdeki diğer insanlarla ilişkilerimizin uzun vadeli devam edeceğini hatırımızdan çıkarmamamız söz ve davranışlarımızda daha esnek ve sabırlı olmamızı sağlar. Evet, insan ilişkileri açısından amacımız HİLTON-SA gibi mükemmel bir yapıya ulaşmak olursa, elbette bu sonuca ulaşmak için insanlara karşı diğer bütün davranışlarımız güzelleştiği gibi sabrımız da artacaktır. Bu amaca uygun olarak çok sıkıntılı durumlarda dahi gösterdiğimiz bilinçli sabır, bize mutluluk verecektir. Buna hayatımızı anlamlandırmak ve farkında olarak yaşamak diyoruz. Ben kendi yaşantımda bu anlamlandırmayı yaptığımdan bu yana sabırlı olmak, sabır göstermek benim için bir mutluluk kaynağı oldu. Zira, bu uğurda gösterebildiğim yerinde ve gerekli her sabrın beni eşimle, çocuklarımla ve çevremle ilişkilerimde amaçladığım o mükemmel sonuca götürdüğünü biliyorum. Sabır, yaradılışımızda bize bahşedilen bir nimettir. Bu nimeti yerli yerince kullanmak ise bir marifettir, bir meziyettir. Bu marifet ve meziyeti kullanmaksızın insan ilişkileri açısından mükemmel HİLTON-SA’lar meydana getirmemiz mümkün değildir. İnsanlarla ilişkilerimizi uzun vadeli ve belirli bir amaca yönelik olarak sürdürmek sabrımıza olumlu yönde katkılar yaptığı gibi, karşılaştığımız olayları ve sorunları da uzun vadeli değerlendirmek, telaşa kapılmamak ve hemen hüküm vermemekte sabrımıza olumlu yönde katkılar yapabilir. Aslında, bugün zararımıza gibi görünen bir olay daha sonra lehimize sonuçlar üretebilir. Lehimize gibi görünen bir durum ya da olay da aleyhimize olabilir. Yani, geleceği ve daha sonra gelişecek olayları şu anda bilemediğimizden, karşılaştığımız sorunları bir yandan çözmeye çalışırken bir yandan da metanetle karşılayıp tahammül göstermemiz en doğrusu ve bize en yakışanıdır. Bu noktada sizlerle bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.
Çift sürdüğü öküzleri çalınan bir çiftçi, bu olayı dünyanın sonu gibi değerlendirerek görüşünü almaya gittiği bilge insana büyük yakınma ve dövünmelerde bulunarak bundan daha kötüsü olabilir mi? der. Bilge insan ise sadece “Olabilir de, olmayabilir de” demekle yetinir. Çiftçi bilge insanın cevabını çok basit bulur ve onu küçümseyerek oradan uzaklaşır. Bir süre sonra tarlasında kendi kendine çift sürerken sahipsiz ve güçlü bir at görür. Onu yakalar ve çiftini daha güzel ve kolaylıkla sürer. Bu sevinci içerisinde bilge insanın dediği aklına gelir ve yine onun yanına gider. “Öküzüm kaybolduğunda çok üzülmüştüm. İyi ki kaybolmuş onun yerine ondan daha güçlü bir atım oldu. Bundan daha güzeli olabilir mi?” der. Bilge insan yine “Olabilir de, olmayabilir de” der. Çiftçi yine heyecanına uygun bir cevap alamadığını düşünerek oradan ayrılır. Bir süre sonra çiftçinin oğlu bu güzel ata binip koştururken düşer ve kolunu bacağını kırar. Çiftçi çok üzgün ve yıkılmış olarak bilge insanın yanına gider ve “Keşke atı bulmasaydım . O zaman oğlumun kolu bacağı kırılmazdı. Bundan daha kötüsü olabilir mi?” der. Bilge yine “Olabilir de, olmayabilir de” demekle yetinir. Kısa bir süre sonra ülkede savaş çıkar ve çiftçinin oğlunu bu durumdayken savaşa götürmezler. Çiftçi bu defa da sevinçle bilgeye koşarak “İyi ki oğlum atın sırtından düşmüş. Yoksa, biricik oğlumu bir daha göremeyecektim. Bu durumdayken onu savaşa götürmediler. Bundan daha güzeli olabilir mi?” der. Bilge insandan aldığı cevap yine aynıdır “Olabilir de, olmayabilir de”
Evet, karşılaştığımız sorunları “Olabilir de, olmayabilir de” gerçeğini göz ardı etmeden değerlendirmemiz bizleri daha sabırlı olmaya götürecektir. Zaman zaman resmin bütününü görerek yaşantımızda yaşanması muhtemel olumlu ve olumsuz gelişmeleri dengelememiz iyi olacaktır. Yoksa bulunduğu yerdeki olumsuzluğun dışında hiçbir şey düşünemeyen ve göremeyen bir insanın sabrı yani metaneti ve tahammül gücü az olacaktır ve çabuk paniğe kapılacaktır. Aslında, bir çok sıkıntılara ve olumsuzluklara rağmen hayat bir bütün olarak güzeldir ve her şeye rağmen sabırla, sevgiyle ve hevesle yaşamaya değerdir. Belki de daha geniş manada hayat “bir oyun ve eğlenmeden ibarettir” ve bu oyunda bizler küçük roller almışızdır. Onun için karşılaştığımız kişilere, olaylara ve sıkıntılara farklı bakış açıları geliştirerek, sabır duvarımızı hiç zorlamadan yaşayabiliriz.
Öyleyse gelin, dünya düzeninin hükümdarları olan bizleri güzel ahlaklı insan olmaya götüren merdivenin “sabır basamağını” mutlaka kullanalım. Böylece karşılaştığımız sorunları sıkıntıları ve insan olmaktan dolayı üstlendiğimiz sorumlulukları daha güzel ve bize yakışacak şekilde karşılayarak çözüme ulaştıralım. Sabırsızlık gösterip sabır basamağını kullanmazsak eğer, güzel ahlaklı olmaktan uzaklaştığımız gibi sorunlarımızı ve sıkıntılarımızı daha da içinden çıkılmaz bir hale getiririz. O halde yaratılışımızda bize bahşedilen “sabır nimetinden” yararlanalım. Zira, sabır olmaksızın hayat çok bezdirici olabilir. Unutmayalım; sabırlı olmak hem içinde bulunduğumuz zaman diliminde büyük bir kazanç, hem de gelecek için güzel bir yatırımdır.

Ö Yıkıcı Davranış

ÖZ YIKICI DAVRANIŞ

Zaman zaman kendimizi yetersiz ve sevimsiz görürüz. “Boyum kısa, birazda kiloluyum deriz. Zaten yüz hatlarım da pek güzel değil. Çekici ve hoş biri de sayılmam. Kabiliyetsiz ve pısırığın tekiyim...” vb. söz ve düşüncelerle kendimize karşı öz yıkıcı davranırız. Kendi özümüzü, kişiliğimizi zedeleriz. “Bu halimle, kim niye benimle arkadaşlık yapsın, beni sevebilsin ki deriz. Ben zaten beceriksizin tekiyim. Her şeyi kırıp dökerim” diye düşünerek moralimizi bozarız.
Biz, böyle düşündüğümüz sürece ne sevimli ne çekici ve ne de becerikli biri olabiliriz. Biz bu durumdayken gerçekten de birileri niye bizimle ilgilenip arkadaşlık kurmak istesinler ki. Etrafımızda dost ve yakın insanlar niye olsun ki. Bu ruh halimizle bunlar mümkün değildir. Biz, öncelikle kendimizle dost olduğumuzu dış dünyaya yansıtmalıyız ki çevremizdeki insanlar gönül rahatlığı ile bize yaklaşabilsinler. Kendine güvensiz, çökkün, bitkin, kızgın, moralsiz, ve coşkusuz bir görüntü sergilememiz insanlar tarafından hemen algılanacak ve onları etrafımızdan uzaklaştıracaktır.
Halbuki, insan olarak biz bir mucizeyizdir. Dünyada her şeyimizle aynı olan bir benzerimiz yoktur. Varız, tekiz ve anlamalıyız. Her bireyin doğasında kendi güzelliğinin olduğunu bilseydik eğer, hiç böyle öz yıkıcı düşüncelerle kendimizi aşağılayıp, yıpratır mıydık? Evet her insan, insan olarak yaratılışından dolayı güzeldir, değerlidir.
Bütünüyle kusursuz ve güzel olma hayalimiz, her insan için gerçekten bir hayaldir. Kimimizin gözleri güzeldir. Karşıdaki sadece o gözlere aşık olur. Boyumuzun kısalığını görmez bile. Kimimizin gülümsemesi tatlıdır, can yakar. Karşıdaki fazla kilomuzu fark etmez bile. Hatta bu halimiz ona hoş bile gelebilir. Kimimizin dalgalı güzel saçları birçok eksiğimizi kapatır. İlgileri üzerimize toplar. Kimimizin sakinliği, sevecenliği, yardımseverliği, bilgisi, dünyaya bakış şekli karşımızdakinin dikkatini çeker, hoşuna gider. Bizle dost ve arkadaş olmak, birlikte vakit geçirmek ister.
Bunlardan dolayı olduğunu düşündüğümüz eksikliklerimizi abartmadan, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeliyiz. Hepimizin severek dinlediğini sandığım halk ezgilerinden birinde, "Bir kara kaşın bir kara gözün değer dünya malına" diyen ozanın sevdiğinin hiç mi eksiği kusuru yoktu. Mutlaka vardı. Ama ona bir kara kaş bir kara göz yetti de arttı bile. Biz de insan olarak kendimizi değerli görelim. Biz kendimizi böyle görmeye başlarsak, diğer insanlar da bizde; dost, arkadaş, sevgili olmak için bir şeyler bulacaklardır. Tabi ki bu öz yıkıcı davranışlardan bir çırpıda kurtulmamız mümkün değildir. Bunlar benliğimize, özellikle ailemizin bilinçsiz söz ve davranışlarından dolayı yerleşmişlerdir. Aile içinde çocuklarımıza şişko, suratsız, burnu büyük, çirkin, uyuşuk, bodur, yılık, akılsız, geri zekalı...vb. yakıştırmalar yapılırsa çocuğun özü yıkılmaya başlanmış olur. Geriye kalanı da bunların etkisi ile büyüdüğünde kendisi yıkmaya devam eder.
Gelin; öz yıkıcı davranışların kişiliğimize ve mutluluğumuza verdiği zararları el birliği ile ortadan kaldıralım. Kendi özümüzü yıkıcı düşünce ve davranışlardan kendimizi sıyıralım. Çocuklarımızın ve diğer insanların da özlerini zedeleyici davranışlarda bulunmayalım. Özümüzü sağlıklı muhafaza edelim.

Övgü

ÖVGÜ

Hepimiz başarılı olma, kabul görme ve takdir edilme gereksinimini duyarız. Zaman zaman çevremizdekilerden duyduğumuz “İyi yaptın, güzel oldu, iyi düşündün, çok güzel söyledin, bravo, sen olmazsan bu iş bitmezdi, aferin, sen bir tanesin, çok beceriklisin, ... ” gibi övgü ve takdir dolu sözler bizleri sevindirir. Zira, aşırıya kaçmamak, ölçülü ve samimi olmak kaydı ile övgü ve takdir, kendimize güvenimizi arttırır, moralimizi yükseltir, motivasyonumuzu sağlar ve böylelikle de ruhsal sağlığımızı korumamıza olumlu katkılar yapar. Madem ki övgünün ve takdir etmenin üzerimizde bu kadar önemli etkileri var, öyleyse neden yaşantımızda övgüye ve takdir etmeye daha çok yer vermeyelim? Halbuki bizler, yaşantımızda genellikle övgüye ve takdire az, eleştiriye ve yergiye daha çok yer veriyoruz. Kültür olarak eleştiriye her zaman hazırız, ama iyilikleri ve güzellikleri genellikle görmezlikten geliriz.
Eleştirilen, yerilen, suçlanan, kınanan birinin daha iyi davranışlar sergilediğini, verimli hale geldiğini ve bu davranışımızdan dolayı bize teşekkür ettiğini pek görmemişizdir. Zaten onuru kırılan, rencide edilen, morali bozulan birinden olumlu davranışlar beklemek mümkün de değildir. Eşimizin, çocuklarımızın, arkadaşlarımızın, çalıştırdığımız personelimizin övgü ve takdire değer birçok iyi davranışlarını görmezlikten gelerek, bir iki eksik veya yanlışını gördüğümüzde yıkıcı eleştiride ve yergide bulunmamız, hem o kişileri olumsuzluğa götürür ve mutsuz eder, hem de bizim onlarla olan ilişkilerimizi bozar ve ihtiyacımız olan karşılıklı güven ve ahengi ortadan kaldırır. Ancak, bu demek değil ki yanlışlıkları göz ardı edelim, onları hiç umursamayalım.
Tabi ki, görülen eksiklik ve yanlışlıkların bir daha tekrarlanmaması için ölçülü olarak eğitici ve geliştirici uyarılarda bulunmamız doğaldır. Ancak, bunun yanında olumlu ve güzel davranışları gördüğümüzde de samimi ve içten bir övgüde bulunmamız ne güzel olurdu. Aslında, ölçülü ve yerinde bir övgü övüleni mutlu ettiği kadar, güzel davranışların devamını sağlayacağından övgüyü yapana da büyük faydalar sağlar. Güzel davranışların farkına vararak övgü ve takdirlerimizi samimi olarak iletebilirsek eğer, kişi daha olumlu hale gelebilir, davranışlarını daha da düzeltebilir ve sizin bu sıcak ilginize teşekkürle yaklaşabilir. İlişkilerimizde bu noktayı yakaladığımızda ise bazı olumsuzlukları daha kolay ortadan kaldırabileceğimizi göreceğiz. Çünkü, oluşan güven, samimiyet ve ahenkle aşamayacağımız sorun, ortadan kaldıramayacağımız olumsuzluk yoktur. Övgünün yaşantımıza yaptığı olumlu katkılarla ilgili hepimizin söyleyeceği bir şeyler vardır sanırım. Çocukluğumda rahmetli babamın benim güzel davranışlarımı övmesi çok hoşuma giderdi. Kimin hoşuna gitmez ki? Hangimiz anne ve babamız tarafından yapılan samimi bir övgüyü, takdiri ve beğeni dolu bir bakışı sevinçle karşılamayız, bundan mutluluk duymayız? Tabi ki herkes gibi ben de övgünün devam etmesi ve bu övgülere layık olabilmek için davranışlarımı daha da düzelttiğimi ve güzelleştirdiğimi hatırlıyorum. Daha da önemlisi oğlumun bana yazdığı bir mektupta, “senin bir aferin demen benim için önemliydi ve çok şey ifade ediyordu” demesi övgünün büyülü gücü hakkında bana önemli ip uçları vermişti. Evet, düşünüyorum da çocuklarımla oluşturduğum güzel ilişkilerimin ve onların beni mutlu eden başarılarının altında, herhalde zaman zaman onların güzel davranışlarını fark ettiğimde övgülerimi bildirmem önemli bir yer tutmaktadır. Ben kendi yaşantımda övgünün ve takdirin motive etme, yönlendirme, özgüven sağlama, morali yükseltme ve bunlara bağlı olarak ruh sağlığını koruma gücünden yararlanmaya çalışıyorum.



Özellikle çocuklarımızın biz yetişkinlerden daha fazla övgü ve takdire ihtiyaçları vardır. Ara sıra “çok başarılısın yavrum. İyi bir iş başardın. Çok güzel oldu. Aferin ...” diyebilirsek onların gelişmelerini kamçılamış oluruz. İyi şeylerini översek zaman zaman yapmak zorunda kaldığımız eleştirilere dayanmaları kolaylaşır. Kullandığımız kelimeler çocuğumuzun öz saygısını, özgüvenini ve dolayısıyla yaşamını önemli ölçüde etkileyecek ve biçimlendirecektir. Zira, övgü ve takdir çocuklarımızın gelişmelerinde ve kişilik kazanmalarında çok önemli olan beş var oluşu desteklemektedir. Aslında, bizler övgü ve takdirle çocuklarımıza varsın, değerlisin, sevilmeye layıksın, normalsin ve istersen yapabilirsin mesajını vermiş oluyoruz. Bu mesajımızı sözlerimizden ve yüz ifadelerimizden algılayan çocuğumuzun sevgi deposu dolacağı için, kendini daha iyi hissedecek ve böylelikle gelişmesinin önü açılmış olacaktır. Tersi bir durum ise, yani sürekli eleştiri ve yergi çocuğumuzda değersizsin, sevilmeye layık değilsin, normal değilsin ve sen hiçbir şeyi beceremezsin gibi çok olumsuz duyguları çağrıştıracaktır. Böylelikle çocuğumuzun gelişmesinin önüne kendi elimizle geçerek onu bonzai ağacı gibi budamış ve bodur bırakmış oluruz.
Sizlerle bir yerden okuduğum ve beni çok etkileyen bir araştırmayı paylaşmak istiyorum. Psikologların gözetiminde yapılan ciddi bir araştırmada bir sınıfta bulunan öğrenciler homojen bir şekilde ikiye ayrılmış ve birinci guruba, “iyisiniz, zekisiniz, yapabilirsiniz, gayretlisiniz, çok güzel, aferin ...” gibi moral verici övgü ve takdir sözleri sürekli olarak kullanılmış, ikinci guruba ise “aptalsınız, tembelsiniz, anlamazsınız, yapamazsınız ...” gibi köreltici, suçlayıcı ve budayıcı sözler söylenmiştir. Birkaç ay sonra araştırma hedeflenen süreden önce durdurulmuştur. Zira, başlangıçta seviyeleri eşit olan bu iki gurubun birinci gurubun da başarı grafiği sürekli yükselirken, ikinci grubun başarısı hem düşmüş hem de öğrencilerde ruhsal sıkıntı ve bunalım belirtileri görülmüştür.
Öyleyse gelin, araştırmacıların birkaç ay dahi sürdüremeyip haklı olarak vazgeçtikleri sürekli suçlayıcı, eleştirici ve yerici davranışlarımızdan biz de hemen vazgeçelim. Yıllardır sürdürdüğümüz bu tutumlarımızdan çocuklarımızın ve çevremizdekilerin ne kadar olumsuz etkilendiklerini bir daha düşünelim ve yanlışta ısrar etmeyelim. Kabul edelim ki, eleştirme ve suçlama bir hastalıktır ve kötü bir güdüleyicidir. Birilerini beceriksiz duruma soktuğumuzda, ondan yeni becerikli davranışlar ve sonuçlar üretme ihtimalini büyük oranda ortadan kaldırıyoruz demektir. O halde eleştirme ve suçlama isteğimizi bastıralım. Hergün en az bir kişiye beğendiğimiz bir özelliğini söyleyerek işe başlayalım ve kullandığımız kelimelerin kınama, yerme, suçlama ve aşağılamadan ziyade, hepimizin ihtiyacı olan övgü, takdir, onay, onurlandırma ve teşvik edici olmasına özen gösterelim.